25. BÖLÜM (FİNAL)
Yutkunamıyorum pek sevgili okuyucular... Parantez içindeki yazının ağırlığını sindirdiğimde teşekkür etmek adına bir şeyler yazmak için geleceğim. Hadi, son kez iyi okumalar diliyorum sizlere. Seviliyorsunuz.
''Artık her şey yolunda...''
Kimsenin duymasını istemiyormuşçasına fısıldayarak konuşması yüzümü güldürürken gözlerinin içine bakmaya devam ettim. Söylediği dört kelimelik cümlenin doğruluğunu gözlerinin içine baktıkça teyit edebiliyordum çünkü. Sakin ve de sorunsuz geçen her günümüzün ardından benim de kendime söylemekten çekinmediğim cümleydi bu aslında. Artık her şey yolunda...
Hâlâ avuçlarımın arasında sıkıca tuttuğum ellerini öpüp kucağına biraz daha sokulduğumda kıkırdadı. Annemi böylesine güçlü ve mutlu görebiliyor olmak her günümüzde bize güç kaynağı oluyordu. Onun güçlü duruşundan, cesaretinden ve de hayata tutunuşundan feyiz alıyorduk.
''Evet, her şey yolunda,'' diye cevap verdim bir süre sonra. Yaklaşık bir saattir sohbet ediyorduk, bana kalsa birkaç saat daha kollarının arasında kalıp sohbet etmek isterdim ama Uygar'ın katılacağı bir iş yemeğinde ona eşlik etmem gerekiyordu. Bunun için kalkıp hazırlanmalıydım.
''Anne,''
''Tamam, hadi kalk hazırlan. Sonra yine sohbet ederiz. Hem günler çuvala girmedi ya!'' Uygar gibi annemin de aklımdan geçenleri okuyabildiğini düşünerek yattığım yerden doğruldum. ''Sen de Uygar da bazen beni şaşırtıyorsunuz'' diyince güldü.
''Seven, sevdiğinin sesinin tonundan, bir bakışından, küçücük bir hareketinden ne demek istediğini anlar. Şaşırmamalısın.'' Annem olduğu için mi bilmiyordum ama söylediği her şey beni mutlu ediyordu. Bir şey demeden ayağa kalksam da yürümeye başladığımda dayanamayıp arkamı döndüm ve ''sevildiğini bilmek ne güzel şey'' diyerek, sanki sevildiğimi ilk defa hissediyormuş gibi güldüm. Sevildiğimi hissedecek çokça şey yaşamıştım şu an hayatımda olan insanlarla. Bunları tekrar tekrar düşünmek bile her defasından ilk andaki kadar mutlu edebiliyordu beni. Hoş, şu aralar en ufak şeyler bile beni mutlu etmeye yetiyordu gerçi. Resmen mutluluk sarhoşu gibi geziniyordum ortalıklarda. Gizem ve Duru'nun doğum gününü kutladığımız günden bu yana her şey fazlasıyla yolunda ilerliyordu ve ben sadece kendim adına değil herkes adına çok mutluydum. Deniz'inden Birkan'ına kadar herkes bir şekilde içlerindeki hüznü bir kenara bırakıp yeni sayfalar açmışlardı çünkü hayatlarında. Dolaylı ya da doğrudan sebep olduğum ne varsa etkilerinden kurtulup yaşamaya başlamıştık işte. Bu yüzden kendime bu sarhoşluğu çok görmüyordum. Şu an yaşadığımız mutlulukları hepimiz fazlasıyla hak ediyorduk.
Bir yandan şarkımı mırıldanıp diğer yandan aynanın karşısında son rötuşlarımı da bitirdikten sonra geriye doğru birkaç adım atıp kendime baktım. Güzel görünüyordum. En azından bir iş yemeği için bu görüntü yeterliydi. Daha fazla oyalanmayıp paltomu alarak aşağıya indim. İner inmez göz göze geldiğim kişi Uygar olunca hevesle kendi etrafımda dönüp duraksadım.
''İyi görünüyor muyum?'' Sanki beni daha önce hiç böyle hazırlanmış bir halde görmemiş gibi arkasına yaslanarak keyifle inceledi. ''Her zamanki gibi'' dediği anda gözleri anneme kaydı. Bir anda bakışları ciddileşirken utandığını anlayıp güldüm.
''Çok bekletmedim değil mi?'' diyerek konuyu değiştirmeye çalışıp ikisine doğru yürüdüm. Annem Uygar'ın bana yaklaşımına alışmış olsa da Uygar hâlâ annemden çekiniyordu. Hatta son zamanlarda ne kadar teyze demeye çalışsa da arada bir ''hanım'' diye hitap etmekten kendini alıkoyamıyordu. Annemin varlığına alışması biraz daha zaman alacak gibi görünüyordu.
''Beş dakika önce geldim. Eğer hazırsan çıkalım.''
''Hazırım,'' diyip annemle vedalaştığımda anneme dönüp ''müsaadenizle'' diyerek başıyla selam verdi ve yürümeye başladık. O sakin bir şekilde yürüyordu ama ben bıyık altından gülüyordum.
''Gülme Ilgaz!''
''Komik ama''
''İyi, gül o zaman'' demesiyle daha çok gülmeye başladım. Buna o da kayıtsız kalamayıp gülmeye başladı.
''Şu hallere düşeceğimi tahmin bile etmezdim. Annenin yanında geriliyor olmamın nesi bu kadar komik?'' Sitem dolu ses tonu onu rahatlatmam gerektiğini düşününce ciddileştim. Gerçekten aşması gereken bir konuydu bu anlaşılan.
''Komik, diğer yandan da gereksiz aslında Uygar'' Nasıl yani, dercesine bakınca uzanıp elini tuttum. ''Annem her şeyin farkında. Yani demek istediğim, geçirdiğimiz bunca zor zamanı el ele verip birbirimize destek olarak atlattığımızın, ikimizin de birbirimizin hayatındaki yerinin farkında. Bu yüzden sana olan saygısını ve minnetini bana her sohbetimizde dile getiriyor.'' Duydukları bir an duraksamasına neden olsa da memnuniyeti yüzüne yayıldı.
''Hatta...'' diyerek devam ettim. ''Bu hayatı artık iki oğlum ve iki kızım için yaşayacağım, dedi geçen gün biliyor musun? Yani annemin gözünde benden, Duru'dan ya da Deniz'den bir farkın yok Uygar, bu yüzden annemden yana için rahat olsun.'' Duyduklarının onu mutlu ettiğini biliyordum. Çünkü ne zaman annemle yakınlaşsak bakışlarındaki o hüznü ve eksikliği hissedebiliyordum. Şu an tek isteğim Gizem'e kendini açmayı başardığı gibi anneme karşı da kendini açabilmesiydi. Karakterini bildiğimden bunun da zamanla olacağını görebiliyordum. Geç de olsa güç olmayacaktı.
''Tamam,'' diyebildi bunca söylediklerimin ardından. Gerçi yüzündeki gülümseme benim için yeterli bir cevaptı zaten.
Kapımı açan görevliye teşekkür ettikten sonra Uygar'ın uzattığı elini tutup koluna girdim. İçeride maruz kalacağım muhabbetleri düşündükçe gerilsem de Uygar ile arabada bir anlaşma yapmıştık. İlişkimiz ile ilgili bana yöneltilen bir soru olursa o cevap verecekti. ''Evlilik ne zaman?'' sorularına katlanmak zor olacak gibi görünüyordu.
''Arabada ne güzel gülüyordun. Ne bu yüzündeki gerginlik?'' Bizim de oturacağımız masa görüş açımıza gibince bahsettiği gerginliğim iki katına çıksa da yürümeye devam ettim.
''Sakin ol ufaklık, ben yanındayım.''
''Masada da ufaklık dersen kalkıp eve dönerim Uygar, şimdiden söylüyorum.''
''Tamam sevgilim, demem'' demesi ile şaşkınlıkla dönüp yüzüne baktım. Gülerek göz kırptı ve ayağa kalkıp bizi karşılayanlara selam vermeye başladı. Gece boyunca başıma gelebileceklerin fragmanını gösterip kalabalığın arasına karışmıştı. Ben de elimden geldiğince gülümseyerek selam vermeye çalışsam da bir süre sonra durup Uygar'ı bekledim ve en sonunda sandalyemi çekmesiyle yerime oturdum.
''Derin kızım, seni de burada görebilmek ne güzel'' Henüz oturmuşken ileriden bana ithafen bir şey söylendiğini duyunca başımı o yöne çevirdim. Gözlerinin içi gülen bu adam... Ah, geçen sene Uygar'ın katıldığımız kokteylde nişanlı olduğumuzu söylediği adamdı bu. En iyisi gülümsemekti.
''Teşekkür ederim efendim. Umarım iyisinizdir.'' Ortada bir şey yokken neşeli bir kahkaha patlattı adam. Bense adını bile hatırlamadığım için gerginlikten yerime sığamıyordum.
''Çok iyiyim. Uygar oğlum bizleri başarılı işleriyle böyle bir araya topladıkça daha da iyi oluyorum,'' diyerek gülmeye devam etti. Yapılabilecek tek şey vardı sanırım o da gülümsemek. Gülümsedim. Masanın çevresindeki çoğu yüz tanıdıktı aslında. Şirkete gelip gittikçe gördüğüm yüzlerdi ama hiçbirinin adını tam olarak bilmediğimden bir süre masadaki sohbete biraz uzak kalıyordum. Daha çok Uygar bir şey dediğinde konuşuyordum. Ta ki az önceki adamın masada derin sessizlik yaratan sorusuna kadar.
''Gençler, evlilik ne zaman?'' İşte bu sorunun cevabı Uygar'daydı. Hemen dönüp yüzüne baktım. Yüzüm nasıl bir haldeyse artık, gülmemek için kendini zorladığını hissedebiliyordum.
''Henüz karar veremedik. Malum, Derin hâlâ üniversite okuyor. O ne zaman derse o zaman olacak yani.'' Daha ortada nişan olayı dahi yokken bu yalanı nereye kadar sürdüreceğiz biz diye düşündüğüm sırada elimi tutup gülümsemeye başladı. ''Ama fazla uzatmayı düşünmüyoruz, değil mi Derin?''
''Evet, en kısa zamanda buradaki herkesle tekrar bir araya geleceğimize eminim'' diyip aynı şekilde gülümsedim. Bir yandan da masanın altından ayağına basarak sinyal vermeye çalışıyordum. Bu, daha fazla ileriye gidersen kalkar giderim, dememin bir yoluydu. Anlamış olacak ki araya hemen bir konu sıkıştırıp mevzuu değiştirdi. Hepsi Uygar'ın dediğine konsantre olurken suyumdan bir yudum alıp arkama yaslandım. Bir gün gerçekten de evliliğimiz söz konusu olacak mıydı bilemiyordum. Uygar'dan buna dair bir işaret hiç gelmemişti şimdiye kadar. Gerçi evli bir çiftten pek farkımız olduğu da söylenemezdi. Aynı evde yaşayan, aynı yatağı paylaşan ve birbirini seven iki insandık zaten. Ama yine de onun gelini olma düşüncesi beni heyecanlandırıyordu.
Sağımda oturan kadının şirketin avukatı olduğunu öğrenince hoş bir sohbete kapıldık. Bana deneyimlerinden bahsetmesi birkaç yıl öncesine kadar okuduğum bölüme nasıl büyük bir iştahla hazırlandığımı getirmişti aklıma. Okulu bırakmak ve devam etmek arasında büyük gel gitler yaşadığım şu dönemde kadının söyledikleri içimdeki ateşi tekrar alevlendirmeye yetmişti. Çocukluk hayalimdi sonuçta bu bölüm. Şu hayatta yaşadığım tüm adaletsizliklere rağmen sanırım okula devam edecektim.
''Sıkıldın mı?'' Sohbetten küçük bir boşluk yakalamış olacak ki kulağıma yavaşça fısıldamıştı.
''Hayır, Gözde Hanım'la muhabbet ediyoruz'' diyince, Gözde Hanım ''geleceğin dişli avukatlarından biri olacağına eminim'' diyip Uygar'a bakarak güldü.
''Bundan hiç şüphem yok'' demesinin ardındaki imayı ikimiz de bildiğimizden gözlerim kısıldı. ''Bu çeneyle ben çok hâkim delirtirim, biliyorum. Sen söylemeden söyleyeyim'' Çok konuştuğum zamanlarda söyleyip durduğu şeyi ben söyleyince sandalyemi kendine doğru çekip sarıldı. Bu kadar insanın içerisinde bunu yapıyor oluşu utandırsa da o bırakana kadar öylece durdum.
''Anlaşılan okul konusunda fikirlerin değişmiş. Devam etmezsin sanıyordum.''
''Gözde Hanım'la konuşunca... Ne bileyim, başladığım bir işi yarım bırakmayı sevmiyorum, biliyorsun.'' Yine kimseye aldırış etmeden elini saçlarıma götürdü ve sakince okşadı. ''Kararın her ne olursa olsun arkandayım, bunu da sen biliyorsun.'' Başımla dediğini onayladığım sırada masada geçen konuşmada Hakan Uyar ismi geçince ikimiz de dönüp diğer tarafa baktık.
''Hakan Uyar mı?'' diye istemsizce çıkışınca konuşan adam bir an duraksadı. ''Benim hanımın kardeşi de bir ara bu adamla iş yapmıştı,'' diye karşımda oturan adam da konuşmaya başlayınca Uygar'a dönüp baktım. Bir şey demeden elimi tutup sakince sıktı. Masadaki kimse neler yaşadığımızı elbette bilmiyordu. Şu an bahsettikleri kişi iş adamı sanılan ama aslında sahtekârın biri çıkan adamdı. Yine de adını duymak bile midemi bulandırmaya yetmişti işte.
''Hâlâ ortalıklarda yokmuş. Kim bilir hangi ülkede yiyordur paraları...''
''Dava dosyası kapandı mı acaba?''
''Öldüğü söyleniyordu...'' Her kafadan ayrı bir ses çıkıyordu. Onlar konuştukça aldığım her bir nefes ciğerlerime batıp duruyordu sanki. Biz unutmaya çalıştıkça bir yerlerden karşımıza çıkmayı nasıl başarıyordu aklım almıyordu. Daha fazla dayanamayıp Uygar'dan elimi kurtararak ayağa kalktım. Ani kalkışım onu da huzursuz etse de lavaboya gideceğimi söyleyip yürümeye başladım. En azından ben dönene kadar konusu kapanmış olurdu.
Ellerimi yıkayıp bir süre içeride oyalandıktan sonra mevzunun kapandığını düşünüp dışarıya çıktım. Uygar duvara yaslanmış beni bekliyordu. Dayanamayıp arkama geleceğini tahmin etmiştim zaten.
''İyi misin?'' diye sorup omuzlarımdan tuttuğunda onun da canını sıkmamak için başımı salladım.
''Bir anda konusu açılınca neye uğradığımı şaşırdım sadece, iyiyim.'' Bakışları pek inanmışa benzemiyordu. Sinirden hâlâ ellerim titriyorken inanmasını beklemek biraz zordu.
''Tamam, bakma öyle. Sinirden titriyorum sadece. Geçer birazdan. Hadi masaya dönelim ayıp olmasın insanlara.'' Eve gidelim desem itiraz etmeden gideceğini biliyordum ama insanları şüphelendirmek gereksiz olacağından elinden tutup masaya doğru yürümeye başladım. Döndüğümüzde neyse ki başka bir konudan bahsediyorlardı. Şu saatten sonra konusu tekrar açılmazdı herhalde.
Yaklaşık bir saat daha oturduktan sonra herkes aynı anda kalkmaya karar vermesiyle rahatladım. Saat ona geliyordu ve eve gitmek istediğim tek şeydi. Bu yüzden herkesle hızlıca vedalaşıp arabanın geleceği yöne doğru hızlı adımlarla yürüdüm.
''Yarın İstanbul'a gidiyorum. Benimle gelmek ister misin? Senin için de değişiklik olur'' yanıma gelir gelmez söyledikleriyle olduğum yerde kaldım. Bugün ayın yirmi üçüydü ve yarın benim doğum günümdü. O ise kalkmış İstanbul'a gitmekten bahsediyordu.
''Uygar, yarın ayın kaçı biliyorsun değil mi?''
''Evet, biliyorum. Yarın doğum günün'' diyerek kemerini takıp gaza bastı.
''Aynı zamanda Deniz'in de doğum günü. Yani ben evde hep birlikte oluruz, kendi aramızda bir kutlama yaparız diye düşünmüştüm. Nereden çıktı bu İstanbul işi?''
''Bugünkü kutladığımız iş için küçük bir toplantı yapılacak. Sabah gidip akşamüzeri geri döneriz. Yani düşündüğün kutlamayı yapmak için herhangi bir engel yok güzelim. Ben işimi hallederken sen de Little Man'i görmek istersin diye düşünmüştüm.'' Little Man'i görmemi isteyeceği aklımın ucundan bile geçmeyecek bir şeyken bunu bahane ediyor olması biraz garip gelmişti. Acaba bir planı mı var diye düşünmeden edememiştim. Hiç de öyleymiş gibi davranmamasına rağmen.
''Kaç gibi İzmir'e dönmüş oluruz?''
''Toplantı öğleden sonra olacak. En geç akşam sekiz gibi evde oluruz.'' Arabanın içi karanlık olmasına rağmen yüzüne odaklanmaya çalışıyordum. Kendimce hâlâ bir şeyler sezebilme peşindeydim ama tamamen yola konsantre olmuştu ve herhangi bir gariplik sezmiyordum. Üzerinde daha fazla durmayarak ''tamam'' dedim.
''Bizimkilere de haber veririz, biz dönene kadar hepsi evde toplanmış olur. Kendi aramızda küçük bir kutlama yaparız, olur mu?'' Hiç itiraz etmeden kafasını salladı. Hiç beklenmedik bir anda İstanbul'a gidip Little Man'i görecek olmam bir yandan mutlu olmama neden olsa da Uygar'ın doğum günüm ile ilgili bir planının olmadığını hissetmek canımı sıkmamış değildi. Belki de güzel bir hediyesi vardı, şimdiden ümitsizliğe kapılmamalıydım. Hayatımızda hiçbir şey yolunda gitmezken doğum günümü kutlamıştı, her şey yolundayken küçük de olsa bir sürpriz yapmadan duracak birisi değildi zaten.
Eve vardığımızda ikimiz de üzerimizi değiştirip aşağıya geri inmiştik. Uygar müsaade isteyip çalışma odasına gitmişti. Bu aralar gerçekten şirket ile fazlasıyla ilgileniyordu bu yüzden onu rahatsız etmek istemiyordum. Sessizce annemlerin yanına gidip oturmuştum. Deniz hariç hepsi pür dikkat televizyon izliyordu. Yine elindeki telefonla uğraşıyor oluşuna takılmak istesem de saatlerdir susmadan konuşup duran insanların arasından çıkmıştım ve biraz sessizliğe ihtiyacım olduğunu şu an fark ediyordum. O yüzden sessizce koltuğa sinip her birini izlemeye koyuldum. Annemle Zeynep ablanın dizide yaşananlara verdikleri tepkileri, Deniz'in mesajlaşırken saf saf gülümseyişini, Gizem'in kucağındaki Duru'yu uyutmaya çalışırken kendi gözlerinin kapanıyor oluşunu garip bir huzur ile izledim. Her zaman küçük şeylerle mutlu olabilen bir insan olduğumu düşünmüştüm. Fakat son zamanlarda annemin karşımdaki koltukta oturuyor oluşunun bile beni mutlu ettiğini şimdi hissediyordum. İnsan bazı şeyleri yaşamayınca aslında en ufak şeylerin bile ne kadar büyük birer nimet olduğunu anlamıyormuş dedikleri durum buydu herhalde. Aldıkları her bir nefes benim için bir mutluluk sebebiydi artık.
''Neye gülüyorsun bakayım sen?'' Annemin sesi ile kendime gelirken uzandığım yerden doğruldum.
''Öyle, kendi kendime konuşup gülüyordum.''
''Bunca insanın içinde bile kendi kendine gülüp konuşmak... Bu kızı bir doktora götürün anne'' Telefonla uğraşırken bile bir kulağının bizde olduğunu hissettirmeden duramamıştı yine.
''En azından senin gibi günde on iki saat telefon ekranına bakarak gülmüyorum,'' diyince gözlerini kıstı. ''Anne ya, kızına bir şey söylese, diye mızmızlanmanı bekliyoruz şu an hepimiz. Hadi!'' Onunla uğraşmak evin içinde en büyük hobim haline gelmişken bu fırsatı da kaçırmayacaktım.
Onu sinir edecek bir ifade ile yüzüne bakmaya devam ederken kenardan aldığı yastığı gelişi güzel fırlattı. ''Telefonunu fırlat da ben de ekranına bakarak gülümseyeyim biraz'' diyince iyice delirip yanıma doğru gelmeye başladı.
''Hele bir şu sandalyeden kurtulayım, bak bakalım o zaman da böyle konuşabiliyor musun sen.'' Koltuktan gülerek fırlayıp salonun ortasına kaçınca gelmeyi bıraktı. Telefonundan bildirim sesi gelince bakışları hemen yumuşadı.
''Sen ayağa kalk da ben senden kaçamayıp saçlarımı yolmana razıyım,'' diyince duraksayıp bana baktı. Az önce sinirden köpüren Deniz gitmiş yerine başka biri gelmişti sanki. Yüzünde çarpık bir gülümseme ile yutkunup dizini tuttu. ''Tedavi sonuç vermeye başladı. Doktor çok kısa bir süre sonra ayağa kalkarsın dedi'' diyip anneme bakarak göz kırptı.
''Yani anlayacağın bunlar son iyi günlerin ufaklık'' dedi, Uygar gibi ufaklığı vurgulayarak. O da biliyordu ki her koşulda onunla uğraşmaya devam edecektim. Eskiden ablamla da sürekli uğraşırdım çünkü. Sevdiğim insanlarla uğraşmak küçüklüğümden beri yapmayı en sevdiğim şeylerden biriydi. Hâlâ birbirimizi tanımaya çalıştığımız şu evrede o da bunu zamanla anlardı herhalde.
O tekrar telefonuna dalarken annemler de yatmak için televizyonu kapatıp ayaklandılar. Bir yanım yarın ile ilgili ne düşündükleri hakkında bir şeyler sormak isterken diğer yanım belki de bir sürprizleri vardır ve bunu bozmuş olurum diye susmamı söylüyordu. Sonuç olarak onlar odalarına dağılırken Deniz ile tek başıma sus pus kaldım. Eminim bir şey yaparlardı. Çünkü bu birlikte kutlayacağımız ilk doğum günü olacaktı. Onlar yapmasalar da ben akşama herkesi bir araya toplayacaktım zaten. Yani her halükârda bir kutlama olacaktı.
Deniz'in telefona bakıp aptal gibi sırıtıp durmasına sadece birkaç dakika dayanabilmiştim. Ben de sevgilimin kendisine bakıp öyle aptal gibi sırıtmak istiyordum ama işleri üzerinde çalıştığından odasına gidip gitmemekte kararsızdım. Belki işleri bitmiştir diye kalkıp odanın önüne kadar gelmiştim ama içeri girmek yerine kapının önünde dönüp duruyordum. En iyisi gidip uyumaktı galiba. Hem Uygar da böylece işleri bölünmeden çalışabilirdi.
''Mola verdim gelebilirsin'' odanın önünden sessizce ayrılıyorken içeriden sesini duyunca dönüp arkama baktım. Kapıdan kafasını uzatmış bana bakıyordu.
''Kapının altından gölgeni gördüm. Özel güçlerim varmış gibi bakma öyle'' Bir an gerçekten öyle olduğunu düşünecekken kapının altını hesap edemediğime kızdım. ''Benim yüzümden mola verdiysen devam et lütfen, ben de yatmaya gidiyorum zaten'' dedim, içeriye girmeye tereddüt ederek. Onunla biraz olsun vakit geçirmek için can atıyordum oysaki.
''Bir şeyi böldüğün yok Derin, gel hadi'' demesiyle kendimi içeri attım.
''İyi madem, sen istiyorsan birazcık oturayım'' Sanki hiç istekli değilmişim gibi konuşmaya çalışsam da kapıyı kapatıp yerine geçerken güldü.
''Az önce kapının önünde bir sağa bir sola giden Rain'di sanki!''
''Aman, ne yapayım? Görmek istedim ama rahatsızlık vermek de istemiyordum'' diyince sandalyesine oturmak yerine gelip önümdeki sehpaya oturdu. Kucağımdaki ellerimi tutup öptü ve bana doğru eğilip ''sen bana hiçbir zaman rahatsızlık ermezsin. Bir dahakine beklemek yerine gir, tamam mı'' diyince avuçlarının arasındaki ellerim su olup atkı sanki. Böyle konuştuğu zamanlarda aklım bir yıl öncesine gidiyordu ve sadece bu kadar zamanda böylesine değişmiş olması garip geliyordu.
''Uygar,'' dedim, bir anda istemsizce.
''Efendim, hayatım?'' Bir yandan da parmaklarımla oynamaya devam ediyordu.
''Bir gün böyle olacağımızı hiç hayal eder miydin?''
''Nasıl?'' Sorusu üzerine bu sefer ben ona yakınlaştım. Dizlerimiz birbirine değene kadar, başımı omzuna yaslayabilecek kadar yakınlaştım ve başımı omzuna yasladım. ''Böyle işte. Sen beni severken benim de seni sevebileceğimi düşündün mü hiç?'' Bir süre öylece durup cevap vermesini bekledim ardından geri çekilip yüzüne baktım. Düşünüyor gibiydi ama bir yandan da hafifçe tebessüm ediyordu.
''Sen beni sevdiğinden emin değilken bile ben beni sevdiğini biliyordum'' dedi gözleri gözlerimi okşarken. Bir yandan kelimeleri ruhumu okşamaya başlamışken diğer yandan da elleri saçlarıma uzandı. ''Senin görmeye korktuğun ne varsa ben görüyordum.''
''İlk ne zaman anladın?''
''Doğum gününde, seni öptüğümde.'' Bir an şaşırıp kaşlarımı çattım. ''O kadar uzun zamandır mı yani?'' Ben bile o kadar olduğunu düşünmüyordum oysaki. O nasıl bunu düşünebiliyordu?
''Evet, eğer öyle olmasaydı ilk öpücüğünü çalan bir adama sessiz kalmazdın, öyle değil mi?'' Hiç bu kadar derinine düşünmemiş olmam garipti aslında. Evet, dediği gibiydi.
''Peki, onca zaman neden bekledin?'' diye sordum bu sefer. Fazlasıyla sakindi. Sanki şu an ne sorsam cevap vermeye hazırdı. Bakışlarında o rahatlığı görüyordum.
Yine bir süre düşündükten sonra ''senin kendinden emin olabilmen için'' diyip doğruldu. ''Sen nasıl ki Gizem'e karşı olan düşüncelerimin değişeceğinin farkında olup sabırla beklediysen ben de bir şeylerin farkına varıp bana gelmeni bekledim.''
''Beklediğine değdi neyse ki'' diyince başını arkaya atarak güldü. ''Artık her şeyin farkında olman ne güzel...'' dedi ve bu sefer birlikte gülmeye başladık. Artık sorunlar hakkında konuşup benim ağlamadığım ve onun da teselli etmek zorunda kalmadığı sohbetler edebiliyor olmak öyle güzeldi ki... Onu hep böyle gülerken görmek istiyordum. Biliyordum, önümüzde koca bir ömür vardı ve her günümüz tabii ki de gülerek geçmeyecekti, sıkıntılar yaşayacaktık elbette ama birlikte üstesinden gelebileceğimizin artık farkındaydım. Her şeyden önce korkum yoktu artık. Uygar yanımdaydı, gerisinin hiçbir önemi kalmamıştı.
''Tamam, yeter bu kadar sohbet, gidip biraz uyu. Sabah erken uyanacağız.'' Dakikalardır okşadığı saçlarımı öpüp sehpadan kalktı.
''Sen?'' diye sordum, gözlerimle onu takip ederken. Yerine oturup masanın üzerindeki yığınla dosyayı göstererek ''biraz daha işim var, sonrasında gelirim'' dedi. İyi geceler öpücüğünü de almış olduğumdan sessizce başımı sallayıp çalışma odasından çıktım. Keyfim yerinde bir şekilde yukarı kata çıkacaktım ki Deniz'in hâlâ bıraktığım yerde olduğunu görünce duraksadım. Eğilip içerideki saate baktığım sırada beni fark edip başını kaldırdı. Ardından göz göze geldik. Yine ona takılacağımı düşünerek gözlerini kısarak baktı.
''Derin gecenin şu vaktinde uğraşma benimle, lütfen'' diye sitem etti birden. Oysaki saate onun için bakmamıştım. Saat on ikiyi birkaç dakika geçiyordu. Yani ayın yirmi dördü olmuştu. Sitemine aldırıp etmeden sakince ona doğru yürümeye başladım. Hâlâ onunla uğraşacağımı düşünüyor olacak ki gözlerini devirip ofladı.
''Derin, şu an seninle uğraşama...'' Lafını bile bitirmesini beklemeden arkasından boynuna sarıldım. Bunu yapmamı beklemediği kollarının havada kalışından belliydi. Neye uğradığını şaşırmıştı.
''Ne oldu birden?'' diye sordu. Sarılmakla kalmayıp yanağına kocaman bir öpücük kondurdum. Bu onu iyice şaşırtırken benim gözlerim çoktan dolmuştu bile. Bu onunla geçireceğim ilk doğum günümdü. Bu duygusallığı çok görmüyordum kendime.
''Derin?''
''İyi ki doğdun diğer yarım'' diyebildim sadece. Birlikte kutlamak varken kutlayamadığımız on dokuz senin hüznü çökmüştü birden boğazıma çünkü. Bunu düşününce daha sıkı sarıldım. Havada kalan elleri önce kucağına düştü ardından sıkıca kollarıma sarıldı. Bir şey demesini beklerken burnunu çekince eğilip yüzüne baktım. Eliyle yüzünü kapatıp gülmeye çalıştı.
''Gece gece yaptın yine yapacağını'' diyip gözyaşlarını sildi. Önüne diz çökünce ışıldayan masmavi gözleri yeniden doldu. Ellerini tutmak için yeltendiğimde sıkıca ellerimi tutup gülümsemeye çalıştı. İkimiz de birbirimize öylece bakıyorduk. Gülüyorduk ama diğer yandan da gözyaşlarımıza engel olamıyorduk.
''Sen de iyi ki doğdun diğer yarım'' diye titreyen bir sesle fısıldayıp eğildi ve elime küçük bir öpücük kondurdu. Sonrasında ne o tek kelime edebildi ne de ben. Çünkü ikimiz de şu an ne dersek bizi yaralamaktan başka bir şeye yaramayacağını biliyorduk. Benim onlarsız geçen bunca zamanım, onun değil doğum günü kutlamak çocukluğunu bile yaşayamadan geçirdiği her bir günü... Ömrünüzün neresinden tutsak elimizde kalacaktı bu yüzden öylece birbirimize bakıp sustuk. Bana kalsa sabaha kadar dizlerinin dibinde oturup ellerini tutardım ama o daha fazla ağlamamıza dayanamayıp ellerimi bıraktı ve gözyaşlarımı nazikçe silip saçlarımı kulağımın arkasına attı.
''Tamam, yeter bu kadar duygusallık. Zaten sana kalsa oturup burada sabaha kadar ağlarsın.'' Atmosferi değiştirmek için işi dalgaya vurunca ben de onun yanaklarını kurulayıp ayağa kalktım.
''Mutluluk gözyaşları bunlar bir kere. Hem bu akşam kimseye söz verme evde hep birlikte kutlamaya yapacağız, ona göre'' dedim.
''Kutlama mı?'' diyip duraksadı. ''Hı, tamam. Olur, tabii kutlarız.'' Ne kutlaması, diyip itiraz eder diye beklerken hemen kabul etmesi şaşırtsa da sesimi çıkarmadım. Onun yerine hızlıca saçlarını karıştırıp ''tamam o zaman telefon ekranına bakıp sırıtmaya devam edebilirsin, iyi geceler'' diyip merdivenlere koşmaya başladım. Az önce duygusal anlar yaşayan biz değilmişiz gibi arkamdan söylenmeye başladı.
İçim fazlasıyla rahat bir şekilde odaya çıktığımda Uygar'ı yatakta görünce irkilip duraksadım. Gözlerini kapamış öylece yatağın içinde oturuyordu.
''Ne zaman çıktın yukarıya? Çalışacağını söylemiştin?''
''Yorulduğumu fark ettim. Rahatsız olmayın diye sessizce çıktım yukarıya.'' Düşünceli davranışı hassaslaşan duygularımı daha da okşarken kedi gibi yanına kıvrıldım.
''Yalnız, gün sonunda kendine ağlayacak bir şeyler illa ki bulabiliyor olman... Bağımlılık falan mı yaptı acaba sana? Ağlamadan duramıyorsun. Bir doktora falan mı götürsek seni?'' Yorgunluktan gözlerini bile açamadığı halde benle dalga geçmeye bayılıyordu.
''Mutluluk gözyaşlarıydı onlar bir kere.''
''Bu daha da kötü. Ağlayabilmek için mutluluğu bile bahane ediyorsun artık.''
''Uygar!'' Kapalı olan gözlerini kısarak açtı ve gülerek sarıldı. İkimizi birden aşağı doğru çekip üzerimizi örttü ve derince soluklandı. ''Şaka yapıyorum, hiddetlenme hemen.'' Kollarının arasında kedi gibi olmuştum istese de hiddetlenemezdim şu an.
''Bu seferlik affediyorum. Yorgun olduğun için.'' Cevabı bir öpücük olurken sessizce başını başıma yaslayarak kendini uykuya verdi. Ben de bir müddet kalp atışlarını dinleyip mayıştıktan sonra gözlerimi kapadım...
''Derin... Ufaklık, uyan hadi!'' Gözlerimi açmaya bile üşenirken Uygar'ın odanın içerisinde dönüp durduğunu duyabiliyordum. Yine benden önce hazırlandığı için aşağıda beklemek zorunda kalacak diye düşünerek doğrulduğumda yatağın üzerine benim için kıyafetler çıkardığını gördüm.
''Bunları giy. Seni aşağıda bekliyorum. Fazla oyalanma ama'' Daha kendime bile gelememişken odadan çıkıp gitti. Yatağın üzerine koyduğu kıyafetlere bir süre baktıktan sonra söylenmemesi için kalkıp hazırlanmaya başladım. Tamamen hazır olduktan sonra ceketimi de alıp son bir kez aynadan kendime baktım. Ellerim saçlarımın arasına giderken boynumdaki boşluk hissi ile duraklamam bir oldu.
''Kolyem nerede'' diye kendi kendime söylenirken hızla dönüp yatağın içini kontrol ettim. Yoktu. Acaba banyoda mı düşürdüm diyerek oraya da baktım fakat orada da yoktu. Gece yatarken boynumda olduğundan çok emindim. Çünkü kolyemi tutarak dilek dilemiştim. Şimdi bir anda nereye kaybolmuştu?
Yerlere bakındığım esnada telefonum çalmaya başlayınca Uygar'ın aradığını tahmin edip aramaktan vazgeçtim ve aşağıya indim. Kapının önünde Rain'i seviyordu. Artık yüzümde nasıl bir ifade varsa ayağa kalkarak ne olduğunu sordu.
''Kolyem yok, bulamıyorum. Oysa gece boynumdaydı.''
''Çıkar bir yerlerden, hadi acele edelim biraz'' En azından evin içinde bir yerlerde olduğunu düşünmek içimi rahatlatınca annemlere veda edip arkasına takıldım. İstemsizce hâlâ nereye düşmüş olabileceğini düşünürken ''ilerleyen saatlerde anneni arayıp söylersin, onlar bulur belki. Asma artık şu suratını,'' diyince kafamı dağıtmaya çalıştım. Birkaç saat sonra Little Man'i göreceğim düşüncesine odaklanmak en iyisiydi.
Arabayla gideceğimizi düşünürken havaalanına gelmiştik. Bunun nedenini sorgulamak yerine ilk defa birlikte uçağa bineceğimizi düşünüp kendimce mutlu olmuştum. Hatta uçuş boyunca elini bırakmama bir şey dememesinin sebebinin bu olduğunu uçuşun sonunda söyleyince gülmüştük.
Birlikte restorana doğru yola çıktığımızda beni bıraktıktan sonra akşama kadar işlerini halledip geri geleceğini söylediğinde sesimi çıkarmamıştım. Little Man'le biraz yalnız kalmak daha iyi olurdu zaten. Arada sırada telefonla konuştuğumuz oluyordu ama dava olaylarından ona şimdiye kadar hiç bahsetmemiştim. Bugün yüz yüzeyken hepsini anlatacak fırsatım olacaktı.
''Selam söylersin artık'' dediğinde son bir kez kahvaltı yapmak için ısrar ettim. Canının bir şey istemediği konusunda ısrarcı olunca gitmesine izin verip içeriye girdim. Öyle saatleri olduğu için neredeyse kimse yoktu. Sessizce mutfağa doğru ilerleyip kapıyı birden açtığımda içerideki herkes neye uğradığını şaşırarak bana doğru baktı.
''Kim bu mutfağın şefi? Çağırın gelsin'' diye bağırınca hepsi bir ağızdan gülüp aynı yeri işaret ettiler. Çok geçmeden o taraftan Little Man koşturarak çıktı.
''Buyurun ben...'' Beni görmesiyle lafını yarım bırakıp bağırması bir oldu. Koşup boynuna sarıldığımda her zamanki gibi İngilizce bir şeyler sayıklayıp burnunu çekiştirmeye başladı.
''Yüce tanrım, neler görüyorum böyle? Papatya, sensin gerçekten değildi mi?''
''Duydum ki beni özlemişsin, ben de atlayıp uçağa geldim.'' Gözyaşlarını silip ellerimi tuttu ve o özlediğim gülümsemesini yüzüne yaydı. ''Ne güzel yapmışsın, gel hadi şöyle'' diyip oturttu. ''Aç mısın? Bir şeyler yedin mi? Sebzeli omlet yapayım mı sana?'' Heyecandan elini kolunu nereye koyacağını şaşırmış bir halde etrafımda dönmesine gülerken kolundan tutup karşıma oturttum.
''Açım, yemeklerini de özledim ama seni daha çok özledim. Biraz hasret giderelim sonra yerim bir şeyler.'' Zar zor ikna ettikten sonra sakinleşmesi ile birlikte sohbet etmeye başladık. Uygar'ın işinden istifade benim de geldiğimi akşama geri döneceğimizi söylediğimde bugün izin günü olduğunu ve dışarı çıkıp birlikte zaman geçirebileceğimizi söyleyince sevincimiz artmıştı. O hazırlanmaya gittiğinde ben de diğer çalışanlar ile sohbet edip doğum günü tebriklerini kabul etmiştim.
''Hazırım, hadi çıkalım.'' Dışarıda yağan karı önemsemeden arabasına binip yola koyulduk. Birkaç yıl önce onun izin günlerinde liseden kaçıp birlikte alış veriş yapmaya gittiğimiz günleri hatırlayıp kahkahalara boğulmuştuk. Her seferinde babam tarafından azarlanacağını bildiği halde sırf beni kıramadığı için kaçmama göz yumup benimle geziyordu. Çünkü o zamanlar ondan başka arkadaşım olmadığını o da biliyordu.
''Hatırlıyor musun'' dedi gülmeye devam ettiğimiz sırada. ''Bir keresinde seni gizlice sinemaya götürmüştüm. Sinemada kavga çıkmıştı suçumuz olmadı halde bizi de karakola götürmüşlerdi.'' O günü hatırlayınca daha çok gülmeye başladım. ''Bir türlü suçsuz olduğumuza inandıramayınca babamı aramak zorunda kalışımız...''
''Babanın karakola geldiğindeki o yüz ifadesi... Yüce tanrım, o bakış üç gün kâbuslarıma girmişti,'' İkimize de gülerken birden birbirimize bakıp duraksadık. Aynı anda aynı şeyi düşünmüş olacağız ki bir anda sessizleştik.
''Her şeye rağmen güzel günlerdi değil mi?''
''Öyleydi,'' dedim, dışarıda yağan karı izlemeye başlarken. ''Her şey bir yalan üzerine kurulmuş olsa da güzeldi.''
''Öyle düşünme. Sonuçta gerçekten mutluydun. Sonuçta seni gerçekten seviyorlardı. Başkasından koparılıp getirildiğini değil terk edilen bir bebek olduğunu bildikleri için annen ve ablam seni her şeyden çok seviyordu. Bunları biliyorsun Derin.''
''Biliyorum'' diyebildim sessizce. Haklıydı zaten. Annem ve ablama sadece kırgındım. Yalan da olsa bir gerçeği benden yıllarca gizledikleri için. Ama babama kızgındım, benden, annemden ve de Deniz'den koca bir ömrü çaldığı için. Hayatımıza Hakan'ın bu denli işlemesine sebep olduğu için. Affedemeyecektim bu yüzden onu.
''Tamam, bugün güzel bir gün. Neşelenelim hadi'' dese de hemen eski halime dönemeyip yolculuk boyunca biraz durgunlaştım. Beni neşelendirmek için kırk takla atarken birlikte sık sık gelip kahve ve pastalarından aldığımız mekânın önüne arabayı park etti.
''Sence içeriden çıkmayan tombul, siyah kedi hâlâ yaşıyor mudur?'' diye sordu kapımı açtıktan sonra. Bahsettiği kediyle bile birçok anımız vardı.
''Emin ol o kedi bizden daha çok yaşayacak Bay West.'' Gülüşerek içeriye adım attığımız anda işletmecinin kucağında siyah kediyi görünce birbirimize bakıp geri güldük. Buraya en son geldiğimizde on yaşında olduğunu hatırlıyordum bu kedinin. Sürekli ''hasta, yakında ölür'' diyen sahibi bile bir süre sonra ''ben ölürüm, o ölmez'' demeye başlamıştı.
''Şu kediyi bile özleyeceğim aklımın ucundan geçmezdi''
''Ben daha çok ev yapımı kurabiyeleri ve bol sütlü kahvesini özledim'' diyince eliyle kendini işaret etti. Sonra her zamanki köşemize geçip oturarak bir müddet içeriyi ve dışarıda yağan karı izledik. Siparişlerimiz gelinceye kadar sessizdik. Sonra Little Man dayanamayıp ''anlat hadi, anlatmadığın çok şey olduğunu biliyorum'' diye lafa girdi.
''Onu nereden çıkardın şimdi?'' Yılmış bir edayla ağzına bir parça kurabiye atıp kahvesini yudumladı. ''Safım ama salak değilim, lütfen. Ben üzülmeyeyim diye bir şey anlatmadığını biliyorum. Haberleri izlemiyorum mu sanıyorsun? Anlat hadi.'' Zaten bugün ona her şeyi anlatma niyetim olduğundan konuya bir yerden girerek anlatmaya başladım. Belki yarım saat belki de bir saat boyunca hem anlattım hem konular üzerinde tartıştık. Bir yandan sinirlerini yatıştırmaya çalışsam diğer yandan ağlamaya başlıyordu ve bu sefer de teselli etmekle uğraşıyordum.
''Bay West, lütfen tepkisiz kalarak dinler misiniz artık beni? Bir ağlıyorsunuz bir sinirleniyorsunuz... Yoruldum, sakin olun biraz'' diyince önündeki parçalanmış peçete yığınını toparlayıp kahvesini tepesine dikti.
''Özür dilerim Papatya, ben sanki o anları yaşıyorum şu anda. O yüzden ne yapacağımı şaşırdım. Anlat sen, sakinim artık'' Pek inandırıcı görünmese de sakince bakmaya başlayınca kaldığım yerden devam ettim. Neyse ki sözünde durup beni daha fazla yormadan sonuna kadar dinledi ve arkasına yaslandı.
''Sana bir ağabey tavsiyesi vermemi ister misin?'' dedi bunca söylediklerimin ardından. Başımı olur dercesine sallayınca eliyle havada bir şeyler çizdi.
''Hayatını kitap olarak yaz bence. Çok satar,'' Ciddi bir şey söyler diye beklerken duyduklarımdan sonra omuzlarım düştü.
''Adını da 'Acıların Kadını' koyarsak tamamdır'' diyerek dalga geçtim.
''Ben ciddiydim oysaki...''
''Little Man!''
''Aman, tamam!'' diyip son kalan kurabiyeyi ağzına attı. Sonra kendiliğinden bir konu açtı ve anıdan anıya sıçrayarak aklına ne gelirse anlatmaya başladı. Vaktimiz çoktu. Bu yüzden onu keyifle dinleyebilirdim...
Havanın karardığını bile Uygar arayınca fark etmiştik. İşlerinin biraz uzadığını fakat yetişeceğini söyleyip telefonu kapatmıştı. Bu biraz keyfimi kaçırınca Little Man'e restorana dönmek istediğimi söylemiştim. O da buna karşı çıkıp biraz daha sohbet etmek için ısrar etmişti. Saat neredeyse akşamın altısı olmuştu ve biz uçağa nasıl yetişecektik hiç bilmiyordum.
''Harika! Kardeşimle birlikte kutlayacağım ilk doğum günümü Uygar sayesinde kaçırıyorum'' diye kendi kendime söylenirken Little Man huzursuzca telefonundan saate baktı.
''Tamam, hadi kalk restorana gidelim. O zamana kadar belki Uygar'ın işi bitmiş olur. Hem merak etme yetişirsiniz'' dese de uçağı kaçıracağımız hissine çoktan kapılmıştım. Yine de onu üzmemek adına restorana gitmeye karar verdim.
Yolda bir yandan trafiğe hayıflanırken diğer yandan Uygar'a ulaşmaya çalışıyordum ama telefonu açmıyordu. Roller değişmişti. Şimdi de Little Man beni sakinleştirmeye çalışıyordu.
''Biliyordum böyle olacağını zaten. Şu saatten sonra istesek de uçağa yetişemeyiz.''
''Başka bilet alırsınız hemen. Daha saat erken Papatya, üzülme'' dediği sırada Uygar aramaya başladı.
''Neredesin Uygar?''
''Güzelim, bilmiyorum beni affedebilecek misin ama burada işler uzadı. Hesapta olmayan bazı şeyler çıktı. Sen en iyisi restorana geç. Ben de biter bitmez gelmeye çalışacağım.'' Üzüldüğümü ya da kızdığımı dile getirmenin şu saatten sonra bir faydası olmayacağından sesimi bile çıkarmadan telefonu kapattım.
''İşleri uzamış. En iyisi annemleri arayıp yetişemeyeceğimizi söylemek.'' Little Man sessizliğini korurken isteksiz de olsam annemi arayıp gelemeyeceğimizi söyledim. Üzülmememi söyleyerek doğum günümü güzel dilekler ile kutlayarak telefonu kapattı. Emre'ye de mesaj atıp planı iptal ettiğimizi, diğerlerine haber vermesini söyledikten sonra koltuğa sindim.
''Yarın kutlarız artık, ne yapalım. Hem maksat birlikte olmak değil mi zaten?'' diye kendi kendimi teselli ettiğim sırada restorana varmıştık.
''Üzülme de in hadi.'' İsteksizce indim ve bana uzattığı elini tutup koluna girdim. En azından onun yanındayım, yalnız da olabilirdim diye düşünerek ikinci tesellimi yaparken restoranın ışıklarının yanmaması dikkatimi çekti. Daha neden olabileceğini düşünme fırsatı bile bulamadan Little Man kapıyı açtı ve beni içeriye doğru çekti. Karanlıkta düşmemek için koluna daha sıkı tutunurken ışıklar birden yandı ve koca bir kalabalık ile göz göze geldik.
''Sürpriz!'' diye bağıran Little Man'in ardından herkes aynı şekilde bağırınca olduğum yerde donup kaldım. Annemler, Emre, Ahsen, Birkan Doruk... Herkes karşımdaydı. Onların gülüşmelerine rağmen ben hâlâ yaşadığım şoku üzerimden atabilmiş değildim. Hatta Little Man'in kolumdan çekiştirip kalabalığın içine götürmesi bile beni kendime getirememişti. Gözüm o anda Uygar'ı ararken En köşede muzip bir gülümseyişle beni izlediğini gördüm. Göz göze geldiğimiz anda omuz silkti.
''Bu cidden şoka girdi'' dedi Emre omuzlarımdan tutup sarsarken.
''Size cidden inanamıyorum. Anne, iki kelime ile doğum günümü kutlayıp telefonu kapatmandan anlamalıydım'' diyince gelip boynuma sarıldı. Bu beni kendime getirirken gözüm hâlâ Uygar'daydı. Sözünde durmuştu. Bir yıl önce onun doğum gününü burada kutlarken seneye benimkini de burada kutlama sözü vermişti ve bir yıl sonra buradaydık.
''Hadi bakim, geç diğer doğum günü çocuğunun yanına'' Annemin kollarının arasından çıkıp Deniz'in yanına geçtiğimde herkes kenara çekildi ve Emre içeriye gidip bir süre sonra kocaman bir pasta ile kapıdan göründü.
''Evet, Orta Doğu ve Balkanların en büyük meyveli pastası ile geliyorum, çekilin'' diye bağırarak gelirken herkes ıslıklar ve alkışlarla karşılık verdi.
''Ülkenin milli yiyeceği de bu pasta olsun artık abi'' diyerek yine ilk dalgasını geçen Doruk olmuştu ama ben gülsem bile hâlâ burada hep birlikte olduğumuza inanamıyordum. Rüya gibiydi her şey.
''Sizin düğün pastanızı da ben yapacağım, çok konuşma da şimdiden buna kendini alıştırmaya başla sen'' Emre büyük bir ciddiyetle pastayı önümüze koyarken Doruk pastayı keseceğimiz bıçağı aldı ve sahte yakarışlarla kendine saplıyormuş gibi yaparak yine hepimizi güldürdü.
''Bir dakika,'' diyerek sesimi duyurmaya çalıştım. İstediğim sessizliği elde edince Uygar'a baktım.
''Bu günün mimarını biraz öne alabilir miyim rica etsem.'' Sanki bilerek geri planda kalmaya çalışıyormuş gibi hissetsem de çağırmamla birlikte yanıma geldi. Ona şu anda söylemek istediğim o kadar çok şey vardı ki... Konuşmaya başlarsam neler duyacağını az çok o da tahmin edebiliyordu.
Gözlerinin içine bakıp ellerini tuttum. Gözlerini kaçırıp gülmeye başladığında gülümsedim. Elini bana bakmasını ister gibi sıkınca gözlerimiz buluştu. Öylece birbirimize bakmaya başladık. Herkes susup bakışıyoruz sansa da ben konuşuyordum o ise dinliyordu. Avuçlarımın arasında tuttuğum ellerini tutuş şeklim bile ikimizin diliydi.
''İyi ki'' dedim daha fazla dayanamayıp. ''İyi ki...'' Başını aşağı yukarı sallarken ''iyi ki'' diye fısıldadı ve sarıldı.
''Gençler, bölmek istemiyorum ama mumlar... Üfledikten sonra mı sarılsanız acaba?'' Kollarının arasından çıkmayı hiç istemesem de Emre'ye hak verip geri Deniz'in yanına döndüm.
''Bir an önce üfle de şu mumları hediyemi vereyim'' diyince gözlerim anneme kaydı. Eliyle acele bir şekilde pastayı işaret edip güldü. Daha fazla uzatmadan el ele tutuşup dilek diledik ve mumları üfledik. Yine alkışlar ve ıslıklar havada uçuşurken Deniz'e sarıldım. İkimiz de aynı anda birbirimize ''iyi ki doğdun diğer yarım'' diye fısıldadık. Gece olduğu gibi gülüştük fakat ağlamaya niyetim yoktu bugün.
''En sevdiğim kısım, takı töreni!'' Emre bu sefer dayanamayıp gülerek vurdu Doruk'a.
''Yap abi, istediğin kadar espri yap. Bugün her şeyine güleceğim senin.''
''O zaman ilk hediye Deniz'den'' diyerek lafa atlayıp Deniz'e ellerimi açtım. ''Ver hadi'' diyip beklemeye başladığım sırada sandalyesini geriye doğru çıkardı. Bir sürü hediye paketinin olduğu masaya doğru ilerledikten sonra en köşede duran siyah kutuyu alıp sandalyeyi bize doğru çevirdi. Kucağına koyduğu kutuya gülümseyerek bakarken ayaklarını yere indirdiğini görünce ani bir refleksle anneme baktım. Ağlıyordu. Tekrar Deniz'e döndüğümde sandalyesinin kenarlarını tutup ayağa kalktı ve gülümseyerek bana doğru bir adım attı.
''Deniz,'' diyebildim sadece. Ben olduğum yere çökerken o gayet güzel bir şekilde yürüyerek tam karşımda durdu. Çöktüğüm yerde ağlamaya başlarken eğilip elimden tutarak kaldırdı.
''Nasıl? Ne zamandır?'' diye kekelediğimde kendine doğru çekip sarıldı. Aylarca ona bu şekilde sarılabilmenin hayalini kurmuşken şu an bu hayalin gerçek olduğuna inanamıyordum. Her şey gerçekten rüya gibiydi.
''Ağlama. Bir süredir yürüyebiliyordum. Sürpriz olsun diye bugünü bekledim sadece'' diyip kollarımın arasından çıkacağı sırada daha sıkı sarılıp daha çok ağlamaya başladım.
''Şu anı o kadar çok hayal ettim ki Deniz... İnanamıyorum...''
''Bu kadar ağlayacağını bilsem söylemezdim. Hem hediyene bile dokunmadın daha'' Kollarının arasından çıkıp ayakta duruşuna büyük bir sevinçle baktım. ''Bundan daha güzel bir hediye olamaz şu an benim için inan'' dediğimde Emre ''biz hediyeleri vermeyelim o zaman'' diyerek takıldı.
''Ben, özür dilerim. Ağlamayacağım dedim ama yine ağladım bugün. Sanırım Uygar haklı'' diyerek ona baktım. Dediğimi ikimizden başkası anlamayınca gülüp gözyaşlarımı sildim.
''O zaman takı töreni başlasın mı?''
''Başlat hadi Doruk'' diyerek kenara çekildim. Bir eli hâlâ sıkı sıkıya Deniz'in elini tutarken diğer yandan verilen hediyeler için teşekkür edip duruyorduk. En sonunda Uygar hariç herkes hediyesini verip çekilince yine bir şeyler peşinde olduğunu hemen anlayıp sessizliğimi korudum. O sırada herkes yerlerine oturup pasta servisini beklemeye başladı. Bir yanımda annem diğer yanımda Deniz ve Duru, tam karşımda da Uygar oturuyordu. Bu kadar sessiz ve geri planda oluşu beni rahatsız etse de ilk defa ailem ile doğrum günü kutladığım için böyle yaptığını varsayıyordum. Yine de bu kadarı garipti.
Deniz'in yürümesi benim için günün en güzel olayı olmuştu ama diğerleri benden önce bildikleri için aynı duyguları paylaşamıyorduk şu an. Hatta çoktan kendi aralarında sohbetlere başlamışlardı bile. Ne zaman halı saha maçı yapacak kadar iyi duruma geleceğini hesaplayıp takım kurma çabasına düşmüşlerdi. Bense Deniz'in verdiği kutudan çıkan oyuncak bebek ile Duru'yu güldürmeye çalışıyordum. Söylediğine göre annemin bana aldığı ilk oyuncakmış bu. Bugün sırf benim için eve gidip almış.
Her kafadan ayrı bir ses çıktığı sırada Uygar ayağa kalktı. Hepsi bir anda konuşmayı bırakıp Uygar'a baktığında herhalde hediyemi verecek diye düşünüp yüzüne baktım. Fakat o anneme dönüp ''müsaadenizle'' dedikten sonra bana da kalkmak için elini uzattı. Annem bir şey için müsaade verirken Uygar elimi tuttuğu gibi dışarı doğru yürümeye başladı.
''Emre burası sende'' diye arkasına bakmadan bağırdı.
''Nereye gidiyoruz?'' Bu ona sormaktan bıktığım tek soruydu.
''Gidince görürsün,'' dedi ve duymaktan bıktığım cevabı almış oldum. Neyse ki sonunda güzel bir şey olacağı belliydi. Doğum günü hediyesi olacaktı sonuçta.
Kendi kendime ne olabileceğini düşündüğüm sırada havaalanına geldiğimizi fark edip dışarıya baktım. Kafam iyice karışırken sessizce kontrollerden geçip İzmir'e giden bir uçağa doğru yöneldik.
''İzmir mi? İzmir'e mi dönüyoruz? İyi ama neden? Herkes buradayken üstelik.''
''Soru sorman yasak. Şu andan itibaren ben soracağım sen cevaplayacaksın, tamam mı?'' Biraz daha boyun eğebileceğime inanıp tamam diyerek uçağa bindim. Lakin uçak inene kadar ağzında tek bir soru cümlesi dahi çıkmadı. Hatta tek kelime çıkmadı. Uçaktan iner inmez de arabaya binip yola koyulduk.
''Uygar'' dedim, daha fazla dayanamayarak. ''Saat gecenin on biri. Biz ne yapıyoruz? En azından bir tane sorumu cevapla, lütfen.'' Sabırsızlığım her zamanki gibi onu usandırınca iç çekip bana baktı.
''He şeyin başladığı yere gidiyoruz.'' Öyle bir şey söylemişti ki ben bunun üzerine en az beş soru daha sorabilirdim. Ama sustum. Sürpriz yapacaktı işte. Baş başa doğum günümü kutlayacaktık. Gerisinin ne önemi vardı ki?
Her şeyin mükemmel gittiği bir günde arabanın her zaman gittiğim kayalıklara döndüğünü görünce her şeyin başladığı yerden kastının ne olduğunu anlayıp gülümsedim. Arabayı yolun biraz ilerisinde durdurup aşağı indiğinde ise kapımı açmak için yanıma geldi.
''İn bakalım,'' dediğinde yere ayağımı bastığım anda etrafta küçük küçük ışıklar yanmaya başladı. Ne olduğunu anlamaya çalışır gibi etrafıma baktığımda yürüyeceğimiz yol boyunca etrafın küçük ışıklarla aydınlandığını gördüm. Uzattığı elini tutup yürümeye başladığımda içimdeki kıpırtı yüzünden yerimde duramıyordum resmen. Ona nazaran daha hızlı adımlarla yürümem bu yüzdendi.
''Acele etme'' dediği sırada kayalığın sonuna gelmiştik bile. Bankın önünde duruyorduk. Ben bir yemek masası umudu ile çaktırmadan etrafıma bakınırken o gayet sakin bir şekilde banka oturup beni de yanına çekti. Ne yani o kadar koyulu bankta oturmak için mi geldik diye düşünsem de belki hediyemi burada vermek istedi diye düşünerek iç sesimi susturmaya çalıştım.
Sessizliğini sürdürmeye devam ettiği sırada sadece yüzüne bakıp ağzından çıkacak herhangi bir kelimeyi duymayı bekledim. Uzaklara bakıyordu sadece. Her şeyin başladığı yerde konuşmaya başlamak yerine kayalara çarpan dalgaların karanlığına dalıp gitmişti.
''Dün gece bana senin beni sevdiğini ne zaman anladığımı sormuştun, hatırlıyor musun?'' Sonunda konuşmaya başlaması bir yana sonunda soru sormaya başlamıştı.
''Evet, sen de cevap vermiştin'' diyerek bekledim. Dönüp bana bakmasıyla gülümsemem bir oldu.
''Ben seni burada gördüğüm o ilk gün, ağlayıp isyan ettiğin anda sadece uzaktan gördüğüm halde aklıma düşmüştün. İlk başta kendime yediremesem de sonrasında kabullenip seni beklemeye başlamıştım. Sonra senin itirafın da yine burada, kayalıkların biraz aşağısında olmuştu.'' O günü hatırlayınca gözlerimi kaçırmamak için kendimi zor tutup sadece kafamı salladım.
''Sanırım hayatım boyunca yaptığım en doğru şey o gün sana ortaklık teklifi yapmaktı.''
''Benim de o teklifi kabul etmekti sanırım'' diyince güldük. Ben de arkamı yaslanıp önümüze serilen karanlığa bakmaya başladığımda başımı omzuna yasladım. Kolunu omzuma atıp sıkıca sarılarak öptü. Şu dakikadan itibaren bir şey demek yerine böyle otursak da yeterdi artık benim için ama bu sefer o hareketlendi.
''Kolyen bende bu arada '' Bir anda kolyeden bahsetmeye başlayınca şaşırsam da kolyemi bulmasına ayrı bir sevinip takmasını rica ettim.
''Annem mi bulmuş?''
''Hayır, gece sen uyurken ben boynundan aldım,'' diye cevap verince arkamı dönüp yüzüne baktım. Niye böyle bir şey yaptığını soran bakışlarımı görmezden gelip beni önüme döndürdü.
''Sana hediye ettiğim günden beri boynundan çıkarmadan takıyorsun.''
''Evet, çünkü senin hediyen'' diyerek lafını kestim. Sonra sıcak teminde soğuk parmaklarını hissettim. Kolyenin ağırlığını bile boynumda hissetmiş olmak memnuniyet verirken parmaklarımı küçük papatyaya doğru götürdüm. Papatyaya değen parmaklarıma garip bir şey de değince elimle yoklamak yerine başımı eğip baktım. Gördüğüm şey karşısında gözlerim direkt Uygar'a dönerken o zaten bana bakıyordu.
''Ne?'' diyip doğru görüp görmediği teyit etmek için yine zincirin ucuna baktım. Bir adet küçük siyah papatya ve bir tane de yüzük vardı. Beynim karşı karşıya olduğu şeyi sindirmeye çalışırken Uygar'ın gülen yüzü puslandı.
''Belki onu da beğenip sonsuza kadar takarsın diye düşündüm,'' dedi. Şaşkınlığımdan ne yapacağımı şaşırıp gülmeye başladığımda durup öylece beni izlemeye başladı. Hatta öyle güzel bakıyordu ki bir elim hâlâ yüzükten diğer elimle gözlerimi kapatıp ağlamamak için derin nefesler almaya başladım.
''Boşuna sıkma kendini. Ağlayacağını ikimiz de biliyoruz'' diyerek gözlerimin üzerindeki elimi yavaşça indirdi ve dağılan saçlarımı düzeltip nazikçe yanağımı okşadı. Haklıydı. Gözyaşlarım parmaklarına bulaşmıştı bile.
''Uygar'' dedim ne yapacağımı bilemeyerek.
''Seni içinde bulunduğun acılardan kurtarmak için bir teklif yapmıştım burada ve sen de kabul etmiştin.'' Duraksadığı sırada kolyedeki elimi de tutup kendine doğru çekti.
''Burada, bu seferki teklifim ise ömrünün sonuna kadar yaşayacağın her mutluluğa ortak olmak için... Bunu da kabul edecek misin?'' Tereddüt dahi etmeden sessizce başımı salladığımda ellerimi o tuttuğu için uzanıp gözyaşlarımı sildi ve güldü. ''Yaşadığın müddetçe gölgen olarak kalmama müsaade eder misin?'' Bir kez daha başımı sallayıp gülmeye başlayınca kendine çekip sarıldı.
Bunca zaman sonra aynı yerdeydik. Başlangıç noktasında iki yabancı değil, birbirine sığınmış iki yaralı ruh, nefretten kör olmuş iki çift göz değil, sevginin nasıl yüce bir güç olduğunu görmüş iki çift göz, kendini bulmuş iki beden ile buradaydık. İki faklı insan aynı duygularla birbirimize sarılıyorduk. Bu kadardı işte. Bizi birleştiren acıların vadesi dolmuştu. O acıların yerini güzel olan her şey alırken Gölgem hâlâ gölgemdi. Hâlâ ellerimi tutup hâlâ beni kollarının arasında sarıyordu. Görünüşe bakılırsa bir ömürlük zaman diliminde de yerim bu kolların arası olmaya devam edecekti...
(Sevgili okuyucu, yorumlarınla sarıl bana...)