Yarım asır önce kaleme alınan bu ifadelerin bugün bütün açıklığıyla kendini gösterdiği anlaşılıyordu. Demek ki, o yıllarda atılan tohumlar, bugün meyve veriyordu. Kalbinden iman, ahlak ve faziletin sökülerek alındığı gençlerin bu milleti ne hale getireceklerini hayal ettikçe, Kayseri terminalindeki sıcağa rağmen titriyor ve böyle insanların şerrin den bu büyük milleti ve masum insanları muhafaza etmesi için Allah'a yalvarıyordum.
Bu aldatılmış güruhla mücadelede kuvvet, sabır ve metanet ne kadar ihtiyacımız var?
Bineceğim otobüse doğru ilerlerken, kalbi dertlerle paramparça olmuş ihtiyar yol arkadaşımın son sözlerini, fısıldayarak tekrar etmeye çalışıyorum: "Yıkanlar çok, yapanlar az. Öyleyse yapanlar geceyi gündüze katmalılar ki, yapılan tahripler günü gününe tamir olsun."
Bu vatanda doğacaksın... Bu milletin ekmeğiyle, suyuyla büyüyeceksin... Belki de bir lokma ekmeğe muhtaç yetimlerin rızklarından kesilerek yaptırılan güzelim okullarda okuyacaksın. İstikbalimizin garantisi olarak, "öğretmensin" diye köye gönderileceksin. İnsanlık ve yardımlaşmada birbirleriyle adeta yarışan vatandaşların samimi ve sıcak alakasıyla karşılaşıp, manevi evlat muamelesi göreceksin... Sonra da bu kadar nimetleri unutarak, beslendiğin sofraya ihanet edeceksin...
Bu nasıl anlayış? Bu nasıl fikir? Bu nasıl felsefe? Bir hayvan bile, sahibinin bir ikramına bin hizmet ederken, bu kadar ikrama rağmen, bu tip nankör insanlar neden hep ihanet yolunu tercih ediyorlar? Nasıl oluyor da vicdanları buna müsaade ediyor?
Bunun cevabını, okuduğum bir tefsirden hatırlamaya çalışıyordum: "Malumdur ki, ala (iyi) bir şey bozulsa, edna (basit) bir şeyin bozulmasından daha ziyade bozuk olur.
Mesela, nasıl ki, süt ve yoğurt bozulsalar yine de yenilebilirler. Yağ bozulsa yenilmez. Bazen zehir gibi olur. Öyle de, mahlukatın en mükemmeli, belki en alası olan insan, eğer bozulsa, bozuk hayvanlardan daha ziyade bozuk olur. Müteaffin (kokuşmuş) maddelerin kokusuyla telezzüz eden (lezzet alan) haşarat gibi ve ısırmaktan lezzet alan yılanlar gibi, dalalet bataklığındaki serler ve habis (pis) ahlaklar ile telezzüz ve iftihar eder. Zulüm ve zulümatındaki zararlardan ve cinayetlerden lezzet alırlar."
Yola çıkıyoruz. Otobüsümüz, Adana istikametine yöneliyor. Boş yer yok. Tıklım tıklım doluyuz. Güz ayının getirdiği hafif serinlik, koltuklarımıza yerleştikten sonra, tesirini kaybedip bitiyor.
Yolcular, yol kenarlarında yükselen fabrikaları konuşuyorlar... Sigaralar ise körük gibi çalışıyor. Havalandırma delikleri dalga dalga yükselen dumanların bacaları adeta...
Etrafımı doya doya seyre koyuluyorum. Anadolu... Bambaşka bir diyar. Sun'i, yapmacık güzelliklerden uzak, tabii çekiciliğiyle, gözleri, gönülleri serinletiyor.
Bu güzelliği bozan tek şey, otobüsteki teypten yükselen sevimsiz şarkılar.
Şoförümüz, aynı bandı birkaç kez dinlettikten usanmış olacak ki:
"Sayın yolcularımız" diye sesleniyor. "Bağışlayın, ama size bir teklifte bulunacağım. Çalacak bandımız kalmadı. İçinizden iyi şarkı veya türkü söylemesini bilip de söylemek isteyen varsa, buyursun mikrofona gelsin. Hem bizleri eğlendirmiş olur, hem de vakit geçer. Yoksa bu uzun yol başka türlü bitmez."
Bu teklif karsısında, otobüsteki uğultu birdenbire kesildi. Böyle bir daveti, herhalde birçok kişi ilk defa duyuyordu. Herkes benim gibi, yarı şaşkınlık içinde: o adam "Acaba söylemek isteyen biri çıkar mı?" diye sağa sola bakınıyordu.
Öyle ya, bir otobüs yolculuğunda, hiç tanımadığınız insanların karsısına çıkıp şarkı veya türkü söylemek oldukça cesaret istiyordu. Tebessümlü bekleyişler sürerken, arka koltuklardan gür bir ses yükseldi: "Kaptan bey, müsaadenizle bu teklifi ben yerine getirmek istiyorum."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kendini Arayan Adam
General Fictionİşte şu kainatın yaratan Rabbimiz de, koyduğu umumi ve muhteşem kanunlarla alemin nizamını sağlamıştır. Bu nizama en küçük atomdan, milyarlarca yıldızı bulunan galaksilere kadar her yaratılan şey tabi olmuştur. Her şeyin hakkı ve hukuku bellidir. He...