Hayret dolu tebessümler

8 2 1
                                    

"1979 yılının bir güz ayında, Adana'ya gitmek üzere Kayseri' den otobüse binmiştim.

Kaptan; 'Şarkı ve türkü söylemek isteyen varsa, buyursun mikrofona gelsin, yolumuz uzun, hem vakit geçer, hem de bizleri eğlendirmiş olur' deyince, ben bunu fırsat bilerek ayağa fırladım. Bu vesileyle, belki davamı yolculara anlatabilecektim.

Sesim güzel olduğu için, söylediğim şarkılar yolcuları cezbetmişti. Otobüstekilerle aramda iyi bir diyalog kurulduğunu hissedince sohbete başladım.

'Vatandaşlarım' dedim. 'İçinizde huzurlu ve mutlu olan var mı?' Bu soru sanki top güllesi gibi düşmüştü ortaya... Herkeste hayret uyandırmıştı. Devam ettim:

'İçinizde hayatını garantiye almış olan var mı?' 'Peki' dedim.

'Her türlü ihtiyacımı karşıladım, hiçbir ihtiyacım kalmadı diyen var mı?' Hayret dolu tebessümler devam ediyordu. İlave ettim:

'Kardeşlerim elbette bunlar mümkün değil, çünkü bu türlü ıstırapları ortadan kaldırabilecek bir rejimle idare edilmekten mahrumuz: Yolcuların nefretini uyandırmadan, onların anlayacağı lisanla komünizmi anlatmaya başladım.

Tam iki saat konuşmamı sürdürdüm. Herkes bana hayran kalmıştı. Ama bir genç adeta yerinde duramıyor, itirazlarını belirtmek için fırsat aradığı her halinden belli oluyordu.

"Otobüs, Toros dağlarını tırmanırken lastik patlayınca, genç beni yakaladı. Gayet mütevazı bir tavırla, 'Sizi tebrik ederim' dedi. 'Konuşmanızla bizleri ihya ettiniz. Kendinizi gayet mükemmel yetiştirmişsiniz. Benim sizden istifade edeceğim çok meseleler olacak.

Mesela; insan nedir sizce?' "Hiç beklemediğim böylesine bir soru karşısında adeta aptallaşmıştım. Gerçekten, sıradan bir komünistin hayatını, herhangi bir Marksist eserin muhtevasını ve komünist ülkelerin tarihi seyrini sanki harf harf bildiğim halde, nedense böyle şeyler aklıma gelmemişti. Kendimi tanımayı unutmuştum. Aynı soruyu ben sordum kendisine:

'Peki sizce nedir?' Karşımdaki nurani simalı genç, beni istediği mevzuya çekmenin rahatlığıyla olacak ki, gülerek devam etti: 'Bu bir çırpıda izah edilecek bir mevzu değildir. Eğer arzu ederseniz, cebimde ufak bir eser var, bu mevzuu oradan okuyalım:

"Tenha bir köşeye çekilmiştik. Bana bütün gayretiyle Allah inancını anlatmak istiyordu. Bazı sorular sorunca, mükemmel cevaplar almıştım. Sıradan bir insan olmadığını anlamıştım gencin. Nihayet yıllar sonra dişime göre bir fikir adamı bulmuştum. Üstelik komünizm felsefesini benim kadar iyi biliyordu.

Tartışmamız, Adana garajına kadar sürdü. Hayran kalmıştım. Genç arkadaşımın yolu bitmemişti. Tuttum kolundan, 'Mümkün değil seni bırakmam' dedim. 'Meseleleri bir neticeye bağlamalıyız. Zihnim allak bullak oldu. Soracağım çok şeyler var. Bugün mutlaka burada kalmalısınız'

Genç; 'Bir şartla kalırım' dedi. 'Benim misafirim olmak kaydıyla: Anlaşmıştık. Birlikte arkadaşının evine gittik. Genç öğretmen, eline aldığı kitaplarla bütün sorularımı bir bir cevaplayarak yarım asırlık davamı ve fikirlerimi yıkmıştı. Sabah ezanına kadar devam ettik. Benim dünyam değişmişti. Yıllardır iftiharla taşıdığım fikirler, ancak birkaç saat dayanabilmişti. Önümde yepyeni ve nurlu ufuklar vardı artık.", "Namaza birlikte durduk.

Bu, hayatımda kıldığım ilk namazdı. Aman ya Rabbi! O ne büyük haz, o ne büyük lezzetti! Namaz boyunca sessiz sedasız ağlamıştım.

Risale-i Nur, elini kalbime uzatarak kir ve küfür namına ne varsa hepsini söküp almıştı. Bizlere, artık yıktıklarımızı yapabilme çabası ve endişesi düşmüştü. Üstadın tesellisi "Amerika' da oğlumun ziyaretindeyken, 1981 Haziran'ında ağır bir felç sardı beni. Hiçbir tarafını tutmaz haldeyken yoğun bakıma alınmıştım. İşte o sırada, hala heyecanını duyduğum çok tesirli bir rüya gördüm: Üstad, arkasında bir zatla beraber yattığım odaya girdi. Onu görünce halimi arz edercesine ağlamaya başladım. Geldi, üzerime eğildi, tebessüm ederek dedi:

'Senin o kadar büyük günahların vardı ki, şu Amerika'ya doldursak taşar, denizlere dökülürdü. Risale-i Nur, senin hayatına kefil oldu. Ve bu hastalık, o dehşetli günahlarına kefaret olsun diye verildi. Sabret, şükret.'

Arkasında el pençe vaziyette duran zata döndü, 'Öyle değil mi Mevlana Halid?' dedi.

O da, 'Öyledir Üstadım' diye cevap verdi. O rüyanın heyecanıyla uyandım ki, vücudumun yarısına can gelmişti.

'Memlekete döneli henüz aylar oldu. Bu çekilmez hastalığa karşı tek tesellim, 4 yıl önce tanıma bahtiyarlığına erdiğim Risale-i Nur"dur. Bende okuyacak takat kalmadı. Torunumun sesiyle bazı kısımları banda aldırdım. Akşama kadar büyük bir haz ve tefekkürle dinliyorum. Ayet-el Kübra' da Üstadın o müstesna tahlilleri ve tevhid delilleri ruhuma öylesine işliyor ki, ne bir novaljin, ne bir morfin vurdurmaya ihtiyaç kalmadan o ağır sızılarımı unutup, sessiz sedasız dalıp gidiyorum.

Hele 10. Söz beni bir çocuk gibi ağlatıyor. Halbuki bir zaman ayağıma saplanan kurşunun acısı karşısında, 'of' bile dememiştim.

"Küfürle geçen o uzun ömrümü unutamıyorum. Bir anlık Allah'ı inkârın hesaba sığmaz cezasını düşünürsek, 40-50 yılını bu şekilde geçirmenin getireceği ürpertici günahın azabını bir an olsun kalbimden atamıyorum. Beşer kanunlarının ceza vermekten aciz kalacağı bu günah dolu hayatı temizlemek için, elbette ki bir cehennemin vücudu lüzumlu ve zaruridir. Ama rahmetine iltica ettiğim o büyük kudretin önünde secdeye kapanıyor ve af dileklerimi gözyaşlarıma katarak takdim ediyorum.

Kendisine açılan ellerden, mırıldayan dudaklardan yükselen samimi pişmanlıkları çevirmeyecek kadar merhamet sahibi olan Rabbimi düşündükçe teselli buluyorum. Zaten insanın hasta, aciz ve bitkin olduğu ve ömrünün sonuna yaklaştığını hissettiği bir anda, ona teselli verecek öyle bir kudret sahibi lazım ki, hükmü hem hastalığa, hem acizliğe, hem ölüme ve hem de ecele geçsin. Yoksa ne para, ne makam, ne evlat, ne de mal mülk o teselliyi temin edemiyor.

Aksine onlardan ayrılmanın verdiği ıstırap öylesine dehşetli ki, bin felçten daha korkunç. Bu hakikati yaşayan bir insan olarak ben sizlere canlı bir misal olmalıyım.

"Kardeşim, küfrün en dehşetli kıvamında pişmiş bir insan olarak diyeceğim şudur: İnsanlık tarihinin en korkunç burhanı haline gelmiş olan günümüzün inkâr ve isyan cereyanı; bütün dinleri ve bütün insanlığı karşısına alarak yaptığı dehşetli tahribatlarla, kâinatı titretebilecek bir merhaleye ulaşmıştır.

Akıl almaz para, tedbir ve polisiye kuvvetlerin dahi önünde aciz kaldığı komünizm afetinin bertaraf edilebilmesi için, Kur'an hakikatlarını asrın idrakine en mükemmel şekilde anlatabilen Risale-i Nur gibi bir hakikata ihtiyaç vardır.

Bütün insanlığın vebalini omuzuna alarak haykırıyorum ki, başka alternatifimiz kalmadı. Bunun aksini iddia etmek, komünizm hesabına hizmettir.

"Ben bunu tecrübemle söylüyorum. Bu fitneden vatanı, insanlığı ve kâinatın hukukunu korumak isteyen her kuvvet sahibi, önce Risale-i Nur'un neşrini birinci plana almalıdır. Yoksa kâinat bu zulme dayanamaz. Kıyametin kopmasına fetva verdirmiş oluruz. İnsaf sahiplerine havale ederim.

"Dualarını bekler, gözlerinden öperim." 16.10.1983 Salih GÖKKAYA Alsancak-İZMİR

***

Günümüzün şer ve tahrip güruhlarına karşı İslam'ın ölmez hakikatlarını, asrımızın anlayışına en uygun şekilde ve tesirli bir metotla anlatan Risale-i Nur'un, en azılı dinsizleri ve en azgın komünistleri nasıl dize getirdiğini dünyaya ilan eden bu mektubu, derhal çevreye duyurdum.

İstedim ki, benim duyduğum bu sonsuz mutluluğu ve sevinci onlar da duysunlar.

Bütün Müslümanlara bir müjde, bir moral olsun. Mektup kısa zamanda yayıldı. İlden İle, dilden dile ulaştı, dolaştı. Öylesine bir alaka uyandırdı ki, bunun üzerine binlerce mektup aldık. Hepsinin de ortak isteği, bu hadisenin mutlaka bir kitap haline getirilmesiydi.

Salih Bey hadisesi, Ahir zamanda İslam'ın ne derece inkişafa başladığının küçük bir işaretidir. Bugün Nur hizmeti sayesinde Salih Bey gibi binlercesi, milyonlarcası İslam'ın taze halkiyatlarıyla müşerref olmakta ve kendilerini yeni doğmuş olarak görmektedirler.

Gün geçtikte bu hizmet seyrinin hızla geliştiğini, yüceldiğini ve parladığını görüyoruz. Bu da, "Allah nurunu tamamlayacaktır, kâfirler istemese de" şeklindeki ilahi vaadin müjdeleri ve işaretleridir.

Kendini Arayan AdamHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin