Gözlerimi araladığımda; güneş, tüm duvarı kaplayan uzun camlardan odaya süzülüyordu. Seattle'da az rastlanır bir durum, güneşli hava. Başım dün geceden beri aralıksız ağrıyordu. Yaptığım hiçbir şey fayda etmediğinden uyumayı denemiştim ama belli ki onun da bir etkisi olmamış.
Kendimi buz gibi soğuk suyun altına bıraktım. Su, tenimi ürperterek ensemden ayaklarıma ulaşıyordu.
Dün gece aldığım haberin gerginliği de suyla akıp gitse, kaybolsa. Türkiye'ye dönmek istemiyordum, sorulacak soruları cevaplamakla ve sorumluluklarımı hatırlatan insanlarla uğraşamazdım. Yirmi yaşında ama sorumlulukları olan bir iş adamıydım, tabii babamın gözünde. Benim ne şirket ne de sorumluluk sahibi olmak gibi bir derdim yoktu. Ne yaptıysam bu durumu babama anlatamadım, ya İstanbul'daki okulu bitirip oradaki şirketin başına geçecektim ya da Seattle'daki şirketin başına gecip burada bir okula devam edecektim. Seattle'da, yirmi yaşında, sıradan ve umursamaz olmama izin yoktu. Tüm bunlar yetmezmiş gibi, Ece'nin başıma açtığı dertle de uğraşmam gerekiyordu ve nerede olduğuna dair en ufak bir fikrim yoktu.
Soğuk suyu kapatıp duştan çıktım, havluyu belime doladıktan sonra yatağımın üstünde duran telefonu almak için odaya döndüm. Üç aydır Seattle'ın eşsiz manzarasını gören bir çatı katında kalıyordum; iki katlı, üst kat yatak odası ve banyodan oluşuyordu, aşağı kat ise iki oda boyutunda tek oda, mutfak bölmesi dışında odayı ayrıran bir duvar yok, bu da bana geniş bir yaşam alanı sağlıyordu. Asansörden inildiğinde direkt evin bu kısmına giriyorsun tabii asansörü çalıştırabilmek için önce girmen gereken bir şifre var.
Telefondan son aranan numarayı tuşladım, dün bir arkadaşım sayesinde iletişime geçtiğim bir bilgisayar uzmanıydı.
"Seçkin, bi' gelişme var mı?"
"Mail adresine girdim, Istanbul'a bir uçak bileti alınmış, onun onay mailinden başka dikkat çekici bir şey yok."
"Tamam, eğer bir şey olur-"
Aklına yeni bir şey gelmiş olacak ki lafımı böldü. "Istanbul'dan bir doktorla mailleşilmiş ama telefon numarasını aldığından konuşmanın devamı burda yok."
"Doktorun mail adresi adıyla mı?"
"Evet, Sevinç Bulut."
"Tamam, ben akşam dokuzda Istanbul'a gidiyorum. Her şey için sağ ol."
"İyi yolculuklar."
Telefonu kapattıktan sonra Arda'ya beni yarın öğlen karşılaması için mesaj attım.
**
Arda'ya beni havaalanının dışında arabada beklemesini söylemiştim. Dışarı çıktığımda önce Istanbul'un güneşli havasını içime çektim. Ekimin ortalarındaydık, Istanbul güneşli ama tende hafif bir dokunuş bırakacak kadar serindi. Arda'nın arabasını gördüğümde ona doğru yürüdüm, kapıyı açıp hızla aşağı indi. Sırt çantamı ve bavulumu bagaja yerleştirip arabaya bindim.
Arda soran gözlerle bakıp "Ne oldu, Kerem Sayer, bir önceki konuşmamızda gelmeyeceğim diyordun?" diye takıldı.
Hoşnutsuz bir homurtu çıkarttıktan sonra güldüm, gülüşüme eşlik etti. Beni gördüğünden hayli memnun olmuşa benziyordu, ben de aynı durumdaydım ama çözmem gereken sinir bozucu bir sorun vardı.
"Geldiğimi kimse bilmiyor, değil mi?"
"Hayır, herkes akşam burada olacağını sanıyor. Sizin evde bir karşılama partisi düzenliyorlar."
Umurumda bile değildi. Karşılama partisiyle ya da beni karşılamak için bekleyen insanlarla ilgilenmiyordum. Şu an için önemli olan tek şey Ece'yi bulmaktı. Tabii hangi deliğe girdiyse çıkartmak biraz zor olacaktı. Bu konuda Arda'nın yardımı devreye girecekti, Ece'yi saklandığı yerlerden çıkartma konusunda üstün bir başarısı vardı.