Bölüm 4: Katilimsi

3.7K 137 4
                                    

Yazım hatam varsa affola...

Bir, iki, üç...
Bilmem kaçıncı kezdir ona kadar sayıp sakin olmaya çalışıyordum. Fakat tavsiye edildiği kadar iyi bir yöntem değildi. Çünkü hiçbir faydası olmuyordu. Biraz daha sabrettim ama birisi omzumda kazı çalışması yapıyordu. Kalkmıyorum işte nesini anlamıyorsun? Bizim kızlar olmadığı belliydi çünkü uykusuz olduğumu belirgin bir şekilde onlara açıklamıştım. "NE VAR!" diye bağırdım sonunda. Bir hışımla sıramdan kalktım. Ve kolumu dürtüp duran kıza baktım. Hayır, bizim bölümden değildi. Okulda da daha önce görmemiştim.
"Yanın boş mu?" dedi saçındaki güneş gözlüğüyle oynayarak.
"Ne! Ciddi anlamda sabahtan beri bunu söylemek için omzumu deldiysen seni geberteceğim!" Uykusuzluktan kızarmış ve daha öncesinden de şiş olan gözlerimle korkutucu görünüyor olmalıydım. En azından kızın biran tereddütte kaldığını söyleyebilirim.
"Sadece oturabilir miyim diye soracaktım?" dedi sesini düzelterek. Karşımda duran mal kıza tekrar ve tekrar baktım. Benden uzundu ve mor renkli saçlarıyla dikkat çektiğini sanıyor olmalıydı. Bütün erkekler beni sever. İmasında bulunan bakışları vardı. Gerçi ben sever yerine daha uygun bir kelime bulabilirdim. Her neyse...
"Sen ciddisin! Kaç dakikadır cevap vermiyorum ve sen ısrarla bunu mu soracaktın?!"
"Evet. Yeni geldim ve nereye oturacağımı bilemedim. Yanın boş mu?" Sıkıntı ile koluna astığı kol çantasını çıkardı ve yanıma koymak istedi.
"Hayır dolu! Şimdi git başımdan..." Aslında yanım şu anda boş olsa da hatta sınıfta bir ben olsam da her yer dolu diye bağırırdım. Hayır, hangi insan yanın boş mu diye sormak için 10 dakika birinin kolunu deler? Bütün sınıf boşken... Ayrıca ne halt olduğun belli git bir erkeğin yanına otur işte. Dersin asistanı sınıfa girdiğinde bile kafamı kaldırmamıştım. Ki bu benim çok sık yapacağım bir şey değildi. Fakültede dereceye oynamak kolay değildi, hocalar arkadaşlarınızdan daha yakın olmalıydı.
"Asya..." diye seslenen İlker hocanın sesi yakınımdan geliyordu. Belki de şu anda sıramın yanında güler yüzü biraz gerilmiş şekilde bana bakıyordu.
"Hıı?" dedim yüzümü sıraya yerleştirdiğim kollarımın arasından çekmeden.
"Asya kızım kalk, eğer rahatsızsan evine git. Derste uyuma." İmza attığıma göre bu güzel bir teklifti ancak eve gitmek için yürümem gereken yol gözümde büyüdü ve büyüdü...
"Yok hocam sadece uyuyamadım. Siz bana takılmayın." Neyse ki hocalarla aram baya iyiydi ve son yaşananlardan sonra problem yaşamama karşın daha bir torpilli olmuştum.
"Peki, bu günlük öyle olsun bakalım." dedi anlayışla.
"Sağ olun hocam."
Dersten sonra birisi tekrar kolumu delmeye başlayınca bu sefer sabır gösteremedim. Artık her kimse ona patlayacaktım bu kişi rektör olsa bile... Sinirle yumruk yaptığım ellerimi kaldırıp suratına indiriyordum ki birisi beni tuttu.
"Sakin ol Asya! Okulun ilk günü bizi yine hastanelik mi etmek istiyorsun?"
"Arda! Melih!" Boyunlarına atladığım da uyku muyku kalmamıştı. "Siz hastaneden ne zaman çıktınız, niye geldiniz okula, dinlenmeniz lazım... İyileşmeden ayağa kalkmak yok demedim mi ben!? Yok, ama akıllanmazsınız ki siz. Kafanıza çok mu darbe aldınız?"
Ben daha devam edecekken Arda elini ağzıma kapatıp gözlerini gözlerime dikti, telaşla Melih'e döndü. "Asya'nın içine İnci kaçmış."
Elini itip yapmacık bir şekilde güldüm. "Saçma saçma konuşma."
"İstemiyorsan gidelim biz o zaman, zaten sinirli sinirli bakıyorsun..." Dudağının büzen tatlı şebeğe daha fazla kızamadım. Tekrar Arda'nın boynuna sarıldım. Ne kadar özlemiştim bana sataşmasını, sanki o olmayınca tüm neşem yok oluyordu.
"Uf hiç sorma Arda, senin esprilerin olmadan yaşayamıyorum." diye güldüm. O da bir kahkaha attı.
"Abi bak ben sana ne dedim en çok beni özlemiştir demedim mi? Bir daha benle iddialaşma!"
"Bak bak siz benim üzerimden iddiaya mı giriyorsunuz?"
Tek kaşım havadayken Melih hala Arda'ya sinirle bakıyordu. "Arda açtın yine şom ağzını olum ağzını kürekle tepeceğim lan, bir sus bir sus ya bir şeyde aramızda kalsın!" diye sinirini kelimelere döktü. Ben olmasam küfür edeceğini anlayabiliyordum.
"Aa deli midir nedir? Asya duydun mu? Bana resmen sana yalan söylememi söyledi onu dinlemeli miyim?" Arda'nın saçlarını okşarken Melih'e baktım. "Ardacım sen ona bakma o ne dediğini bilmiyor kafasına çok darbe aldı."
"E, kızlar nerede Asya?" diye konuyu değiştirdi Melih. Üzerine gitmeyerek ona uyum sağladım. "Aşağıdadırlar gelirken görmediniz mi?"
"Yok, biz direk sınıfa çıktık."
"Hım o zaman hadi yanlarına gidelim." Yürümeye başladığımızda Arda kolunu omzuma atmıştı. Kendimi taşımaktan bile acizken onun ağırlığını da taşımak zordu. Ama sesimi çıkarmadım. "Bu arada sen neden bu kadar saldırgansın?"
"Gece inci ve Selin bizde kaldı. Uyuyamadım pek." dedim. Kızlarla vakit geçirmek iyi gelmişti. İlerlerken kantindeki bir ciyaklamayla İnci'nin bizi gördüğünü anlamış olduk.
"Arda!" Koşarak Ardaya sarıldı. "Ne zaman geldiniz? Niye geldiniz? Söyleseydiniz sizi almaya gelirdik... Otobüse binmediniz umarım. Gerçi bu kafayla sizden her şey beklenir." Arda kolunu benden çekerek onun sıkı sarılmasına karşılık verdi. Fakat bir süre sonra "İnci sakin ol, vallahi ölüyorum nefes alamıyorum." diye isyan etmeye başladı.
"Öl, geber bir daha böyle bir şey yapmaya kalkarsanız ikinizi de ben öldürürüm. İyileşmeniz gerekiyor." İyice bağırıp hıncını aldıktan sonra Arda'nın yanağına bir öpücük kondurdu. Arda da ona kocaman gülümsedi. Onların halleri her zaman sevimliydi. İnci esip gürler ama sonra yumuşardı. Arda onu yumuşatmayı başarırdı.
"Şımartın şımartın... Ee o zaman bir masaya otursak mı artık?" dedi Melih, "Hastanede başımın etini yedi zaten." daha az ilgi gördüğü için somurtuyordu.
"Gel gel benim koca bebeğim, kıskanır mıymış?" Aslında benimde bir kahveye ihtiyacım vardı. Öncesinde çok haz etmediğim bu içecek artık sabahların vazgeçilmezi haline gelmişti. Okuldan birkaç kız Arda ile Melih'in dönüşü üzerine masamıza kadar gelmiş iyi dileklerini dile getirmişlerdi. Ancak içlerinden birisi Arda'ya fazla ilgili sayılırdı. "Geri dönmeniz çok güzel Arda. O gün çok cesurdunuz gerçekten, size bir şey olsa yazık olurdu." Arda da kıza içten bir şekilde gülümsedi. Bizden daha küçük olan bu kız bu gülümsemeden umutlanabilirdi. Üstüne üstlük bir de Arda kıza ismi ile hitap edip onu hatırladığını belli edince ipler tamamiyle koptu. "Teşekkürler Buse, çok iyi kalplisin."
Fakat Arda'nın cümlemin içinden İnci'nin dikkatini çeken tek bir şey olmuştu. "Buse demek..."diye mırıldandı.
Buse İnci'nin bakışlarına rağmen Arda'ya açık beyan yürümeye devam etti. "Tam anlamıyla iyileştiğin bir gün oturalım." İnci sinirle Buse'ye baktı, Arda'nın onunla ilgilenmesi işine gelmemişti. Şimdi İnci'nin onu öldürme olasılığı bile vardı. Arda Buse'ye cevap verecekti ki Selin büyük kaosun önüne geçti.
"Arda sen kafana ne kadar darbe aldın ha, az geldiyse birazda ben vurayım." dedi Selin. Benim gibi o da İnci'de ki siniri fark etmişti.
"Ne dedim ya ben şimdi? Daha hiçbir şey söylemedim." diyen Arda'ya rağmen İnci sinirle ayağa kalkıp gidince biz de arkasından baka kaldık.
"Neye sinirlendi lan bu yine!" dedi Arda. Saf saf etrafına bakınıyordu. "Cevabımı bekleyemedi mi?"
"Malsın Arda, harbi malsın!" diyen Selin de İnci'nin peşine takıldı. İhale bana kalmasın diye yavaş yavaş sıvışırken Melih kolumu yakalamıştı bile. "Açıklamadan hiç bir yere gidemezsin Asya." İnci'nin Arda'dan hoşlandığını görmemek için ya kör ya da mal olmak lazımdı ve Arda ve Melih sanırım mal kategorisine giriyorlardı.
"Yok, bir şey ya işte kızsal mevzular boş verin siz.." Yalan söylemek üzerine biraz daha çalışmam gerekiyordu. Arda morarmış suratını buruşturarak dağınık saçlarını çekiştirdi. "Kafayı yiyeceğim dalga geçsem olmuyor, iyi davransam olmuyor. Melih oğlum sikeceğim senin vereceğin aklı!"
"Kızların yanında küfür etme! Ne biliyim lan eskisi gibi davran dedik ne dedik sanki!"
Melih ve Arda'ya bakarken Arda'nın da İnci den hoşlandığını anlamam bir oldu. "ARDA!" diye bağırdım o anda. Yanımda duran Melih biraz geriye çekilerek, "Bağırma Asya ne oldu gene?" diye isyan etti.
"Arda da İnci'yi seviyor!"
"Ben de mi?" diye sordu Arda şaşkınlıkla. Sonra şaşkın ifadesi öfke ile gerildi. "Başka kim seviyor lan, söyle çabuk! Söyle! Yakarım o çocuğu isim ver!" Sinirle ayaklandığında kahkahamı koy verdim. "Asya gülme cevap ver bu okulda mı, kim o ibne!"
"Aptal, birisi değil yanlış anladın... Eğer İnci'den hoşlanıyorsan koş yakala o da senden hoşlanıyor..." Bir süre yüzüme mal mal baktı ve sonra koşa koşa bahçeye çıktı. Tabii biz de peşinden koşturduk. Bu olayı hiç kaçırır mıydık? Melih kaburgalarına eliyle destek vererek hızla yürüyordu. Merdivenin başında durduğumuzda kolunu bana yaslayarak destek aldı.
İnci'ye yetişen Arda kolundan yakalayıp kendine çevirdi. Şaşkın Selin'e yanımıza gelmesi için işaret verdim.
"İnci..." dedi Arda. Tekrar saçlarını çekiştirdi.
"Ne var Arda?!"
Arda bir süre gözlerini kapattı. Sanırım konuya nasıl gireceğini tartıyordu aklında fakat sonra "Sende mi benden hoşlanıyorsun?" diye bodoslama daldı. Romantik öküzün konuya girişine bak! Ama İnci'nin cevabıyla yine gülmeye başladım.
"Ben de mi? Başka kim hoşlanıyormuş... O içerideki kızsa onun saçlarını eline veririm haberin olsun!" O sinirle bağırırken bahçedeki öğrenciler durmuş bizimkileri seyre dalmıştı. Beş on dakika içinde öğretmenlerinde buraya toplanacağına emindim. Fakat kıkırdamama engel olamıyordum. Ben gülerken Arda birkaç saniyeliğine bana baktı. Ve susmamı bakışlarıyla açık bir şekilde belirtti.
"Arda sen ne mal bir öküzsün ya! Cevap ver bana! Kim o şıllık?!"
"Bırak şimdi onu..." Arda ellerini İnci'nin beline yerleştirdi ve onu kendine çekti. Yutkunduğunda âdemelmasının yavaş hareketini gördüm. "Beni ilgilendiren kişi sensin." dedi. Gözlerini İnci'nin dudaklarına indirmişti, görebiliyordum.
"Öpecek." diye fısıldadım keyifle. Biz ve bahçedeki insanlar ikisini izlerken Arda İnci'ye yaklaştı ve ufak bir öpücük kondurdu ama geri çekilmemişti. Dudakları birbirine değerken sadece durdular... Fakat Melih yalancı öksürük kriziyle bu anı bozduğu için dirseğimi yemiş oldu ama inleyince hala iyileşmemiş olduğunu hatırlayıp pişman olmuştum. "Melih iyi misin? Özür dilerim."
"Tamam, tamam iyiyim."
"Yok artık!" diye bağıran Beste'nin sesiyle Arda İnci'yi bırakıp bıyık altından gülümsemeye başladı. Bu gülümseme keyiften çok kendini tutamamasından kaynaklanıyor gibiydi. Bu kez dudaklarındaki gülümseme sahte değildi, mutluluğun getirdiği sarhoşlukla yerleşmişti oraya.
"İnci? Arda? Hey neler oluyor?" Beste'nin arkasındaki o yakışıklı doktoru görünce suratımdaki gülümseme genişledi. "Çabuk anlatın! Çabuk! Nasıl gelişti? Ne kaçırdım? Aşk sözcükleri söyledi mi? Ya lanet olsun, Arda senin o halini görmek için bir yıldır bekliyorum.."
"Bir yıldır mı?"
"Ay, şey... Yani görmek istiyordum her hangi bir kızla ama bunun İnci olacağını hiç düşünmemiştim." diye kıvırdı.
"Arda hadi hadi yine iyisin, kaptın güzel kızı." dedim arkadan. Beste'nin şaşkınlığını atana kadar yardıma ihtiyacı vardı.
Arda bana dönerek, "Asya dalga geçme vallahi alırım ayağımın altına." diye tehdit etti.
Ağzımın görünmez bir fermuarı varmış gibi yaparken "Yok canım ben bir şey demedim." dedim. Ama bunun bile bir alay olduğunu biliyordu. Topallayarak bana doğru koşunca kahkahalarla gülmeye başladım. Aynı zamanda da koşuyordum.
"Ya Arda dur ya! Çocuk musun? Hem yaralısın, hemen dur!" Ama beni kollarıyla sarıp gıdıklamaya başladığında Artık tam anlamıyla bütün okul bizi izliyordu.
"Arda- arda- dur..."
"Sen akıllanmayacak mısın Asya ha? Bir daha dalga geçmek yok!"
"YA TAMAM dur artık-DUR!!" Nefesimi toparlamaya çalışırken konuşamıyordum. Sonunda beni bıraktığında yere oturup karnımın ağrısının geçmesini bekledim. O tekrar İnci'ye yönelirken "Sen çok pisliksin!" diye söylendim.
Sadece kafasını bana çevirerek kaşlarını kaldırdı. "Bak kaşınma kaşırım yine ,ona göre."
"Adi pislik! Ben sana o kadar şey söyleyeyim, aranızı yapayım, senin yaptığına bak!"
"NE!!" İnci'nin cırlamasıyla yerden kalkıp Arda'nın arkasına saklandım. Arda neyse de. İnci beni öldürebilirdi.
"Ya. Yani Arda'yı seninle konuşmak için cesaretlendireyim demek istemiştim İncicim..." dedim korkuyla.
"Sen söyledin değil mi? O yüzden mal mal sorular sordu. ASYA!! Seni geberteceğim..." Turuncu saçlarını geriye atarak bana doğru bir adım attı.
Arda'nın omzunu daha sıkı tutarak önüme çektim. "Arda kurtar beni... Melih... Aa hadi ama biriniz yardım edin." Kimse yardım etmedi. Sadece biraz önce benim yaptığım gibi güldüler.
"İnci dur, dur... Acı bana lütfen!"
"Beni satmışsın sen!"
"Ama Arda ilk önce seni sevdiğini söyledi ben de sana söylemesi için teşvik ettim..." Bir adım daha yaklaşan İnci önümdeki Arda'ya yönelince derin bir oh çektim. Gülümserken Arda İnci'ye sarılmıştı. Tuna Beste'ye Melih de Selin'e kolunu dolamıştı. Bense malak gibi ortada kalmıştım
***
Yorucu ama bir o kadar eğlenceli bir günün ardından eve doğru yürüyordum. Arda ve İnci'nin didişirken sevgili olmaları o kadar komikti ki... Tüm gün gülmekten yanaklarım ağrımıştı tabi bir de ben güldükçe Arda ceza olsun diye gıdıklayınca daha bir kötü olmuştum. Her ne kadar gülmekten yorulsam da yine sırıtarak yürüyordum. Uzun zamandır ağladığımı düşünürsek bu hoşuma gitmişti.
"Bakıyorum çok mutlusun Küçük Kız..."
Duyduğum şeyin gerçek olmasını umarak sağıma baktım ve oradaydı duvara yaslanmış yine alayla bakıyordu. Buna sinir olmam gerekirken yapamıyordum. Tek bacağını duvara yaslamıştı. Elleri cebindeydi ve buradan yürümemi bekliyor gibiydi.
"Anıl." sadece söyleyecek başka bir şeyim yoktu. Gitmişti. Diğer herkes gibi o da gitmeyi tercih etmişti.
"Adımı unutmamışsın yoksa bana âşık olmaya mı başladın?" Ona kapılmamam gerektiğinin farkındaydım. Tek sorun bunu yapabilecek miydim?
"Ben hiçbir şeyi unutmam." dedim gözlerimi kısarak. Bana yapılan şeyleri unutamazdım. Fakat o bunun üzerine koca bir kahkaha atıp yanıma geldi.
"Hiçbir şeyi unutmayacağına emin misin? Daha ne olduğunu bile bilmiyorsun."
"Neymişim ben?" dedim hızla. Bunun cevabını öğrenmeyi gerçekten istiyordum. Öğreneceklerimden hoşnut kalmayacağımı hissetsem bile gerçeklerle günün birisinde yüzleşmem gerekecekti. Ama o cevap vermeden yanımda yürümeye başladı. "Sana diyorum..."
"Duyuyorum ama sana ne olduğunu söylemeyeceğim Asya, bunun için bana ısrar etme."
"Tabii neyim ki ben zaten?! Böyle şizofreni olduğumu düşünerek iyiyim. Sen sakın beni merak etme!" Mutluluğum, yüzümdeki gülümseme bir kaç dakika içinde nasıl bu denli gerilere çekilebiliyordu, bilmiyordum.
"Delirdiğini mi düşünüyorsun?" dedi o ise. Bende yarattığı etkiyi umursamıyordu. Beni umursamıyordu, bunu görebiliyordum.
"Hayır, ne münasebet ben gayet iyiyim. Evet, kimsenin görmediği şeyler görüyorum. Kendi kendimi iyileştiriyorum. Kan kaplı uyanıyorum ve birkaç saniye ardından hiçbirisi var olmuyor. Garip bir hisle kötü şeylere sebep olmuş gibi hissediyorum. Ve ayrıca bir kolye beni kötülerden koruyor ama kesinlikle iyiyim!" Ters ters cevaplayarak adımlarımı hızlandırdım. Bana yetişmekte zorlanmasa da tavrımdaki değişiklikten memnun değil gibiydi.
"Kolye demen iyi oldu aslında onun için gelmiştim." Hızlı olan adımlarım bir anda durdular. Şaşkın şaşkın ona baka kaldım. Kolyeyi almak için mi gelmişti. "Asya onu almam gerek." Tek kelime etmedim kolye için gelmişti demek!!
"Al." avucunu açıp boynumdan hızla çıkardığım kolyeyi içine kolyeyi bıraktım. "Teşekkür ederim." dedi sabırsız bir şekilde. Ve elindeki kolyeyi cebine sıkıştırdı. Teşekkür ederim, oldu... Geri zekâlı!
Sonra tekrar hızla yürümeye başladım. Gıcık, uyuz, ukala! Kolye için gelmişmiş... Gelme, gelme! Madem öyle gelme!
***
Sıcak bir duştan sonra yatakta dört dönerken hala sinirliydim.
Kimdim ben? Daha önemlisi neydim ben?!
Sonunda sabahtan beri istediğim şey olan uykudan vazgeçip üzerimdeki pijamalara aldırmadan kapıdan çıktığımda serin hava beni karşıladı. Diğer her şey gibiydi. Ama hala eve gitmek istemiyordum, duvarlar üzerime üzerime gelirken yatamıyordum. Salıncaklardan birine oturup gözlerimi kapattım.
Kendimi çocukluğumu yaşayamamış gibi hissediyordum. Babam gittikten sonra hiç gülmemiştim sanki... Yaptığım tek şey taklit etmekti. Gerçekten mutlu olduğum bir an var mıydı? Aile gibi hissettiğim bir an... Kendim gibi hissettiğim bir an... Beni ve kardeşimi salıncakta sallayışı gözümün önüne gelince farkında olmadan ağlamaya başladım. Neden bizi terk etmişti ki? Bizi sevdiğini biliyordum. Bir çocuğu yapmacık gülüşlerle kandıramazdınız. Onlar hissederdi. Sahte olan şeyleri anlarlardı. Ve babam hiç bir zaman sahte olmamıştı. Bizi sevdiğini biliyordum. Neden aptal gibi döneceğini düşünmüştüm? Gittikten sonra ilk bir yıl hiç durmadan onun için günlük tutmaya başlamıştım. Onun için resimler yapmıştım. Ama o gelmemişti... Bir daha hiç dönmeyeceğini anlamıştım. Artık bir babam yoktu. Eğer güçlü olmazsam arkamda duracağından emin olduğum babam yoktu. Bu yüzden güçlü olmam gerekiyordu. Ama değildim işte. Hala özlüyordum onu. Kendime ve diğer herkese söylemesem bile... İçimde bir yerlerde geri dönse onu affedecek bir parça bulunuyordu biliyordum. Yine de, "Senden nefret ediyorum..." diye fısıldadım. Sonra salıncaktan kalkıp tekrar yürümeye başladım.
"Astrid." güçlü bir fısıltı etrafımı sarmaladığında ellerimle pijamamı tutup bedenimde oluşan hissi yok etmeye çalıştım. Olmayan sesler duymaya başladığımda neredeyse koşarak evin kapısına ulaşmıştım. "Daha fazla gizlenemezsin." Ardına kadar sıkı sıkı kapattığım kapıları kilitledim. Öyle ki odamın kapısını bile kilitlemiştim.
Kafayı yemiştim işte, delirmiştim. Doktora gidip tedavi olmam gerekiyordu. Derken kapı çaldı... Hala hayal gördüğümü düşünerek yastığı kafama bastırdım. Ama kapı ısrarla çalıyordu. Çıplak ayaklarım buz kesilmişti. Korka korka odamdan çıkıp kapıya yaklaştım. Duvara daha sıkı tutunarak kapıya baktım. Sanki açmadan dışarısını görmek ister gibi... Fakat bu sefer daha sert vurulduğunda derin bir nefes alıp kapı deliğine yöneldim. Karanlık gecenin arasında seçilen yeşil gözler ile kaşlarımı çattım.
"Kapıyı aç Küçük Kız..." dedi bıkkınlık ve telaşla.
Evet, kesinlikle bir rüyadaydım. Gece gece yine bir tarafım açıkta kalmıştı anlaşılan ama fırsat bu fırsat kapıyı açtım... Korkuyla bakan Anıl'ı görünce güzel bir rüyanın kâbusa dönüşeceği belliydi.
"Ne oldu?" Ama o cevap vermek yerine beni kolumdan tutup çekiştirmeye başladı.
"Anıl dur ne oldu?"
"Senin için geliyorlar Küçük Kız acele et!" Beni daha sert çekti ve arabasına bindirdi. Ayaklarımda bir şey olmadığı için üşüyordum. O arabasını son sürat sürerken ben de emniyet kemerime sıkı sıkıya sarılmıştım. Bunun bir rüya olduğunu düşünsem bile gerilmiştim. Kim geliyordu?
"Anlatmayacak mısın?"
"Senin ona ait olduğunu bilmiyordum." Bunu pişmanlıkla söylemişti. Ama kafasını bana doğru çevirdiğinde pişmanlığının arasındaki korkuyu gördüm.
"Kimin? Anıl cevap ver! Ne diyorsun hiçbir şey anlamıyorum. Hayatım Beş N bir K ya döndü yemin ederim, bıktım artık!" Yine bana delirdiğimi düşünüyormuş gibi bakınca kollarımı göğsümde birleştirdim. Bir süre sonra, "Bu bir rüya değil mi yine bir kâbus görüyorum... Uyumaktan nefret ediyorum!" Ağlarken camdan dışarıya bakıyordum.
"Asya ağlama üzgünüm ama artık seni koruyamam. Korumam gereken başka birisi var ve... Sen... Sen ona aitsin. Ve neler yapabileceğini hayal bile edemezsin." Başka birisi var, işte buna katlanamazdım. Her ne kadar onu yanımda istesem de istenmediğim yerde duramazdım. Onun başına da bela olamazdım.
"Beni korumana gerek yok! İndir beni!"
"Ne?"
"İndir dedim seni görmek istemiyorum. "
Kendimi arabadan dışarı attığımda peşimden gelmedi hatta hiçbir şey yapmadı gazı kökledi ve gitti. Kaçarcasına gitti. Soğuk zeminde çıplak ayaklarımla yürürken ağlamamı durduramamıştım. Başka birisi vardı... Ait olduğum, korkunç birisi vardı...
"Asya..."
"Asya..."
"ASYA!"
Yatağın başında duran Ece'yi gördüğümde hemen doğruldum. Kâbus, sadece kâbus... "Abla iyi misin? Ağlıyordun ve-" Endişeyle bana bakıyordu.
"İyiyim..." derken ayağa kalkıp kendimi banyoya attım. Yüzüme soğuk su çarptım. "Uyumaktan nefret ediyorum.!" Sonra hızla üzerimi giymeye başladım. Neyse ki Ece gitmişti. En son çorabımı giyerken ayağımın altındaki karaltı durmamı sağladı. Ayağım kirliydi ama daha dün gece yıkanmıştım. Yatmadan önce. Titreyen ellerimle yüzümü kapattım. Kendimi delirmediğime ikna etmeye çalıştım. 'İyiyim iyiyim sadece bir hayal şimdi eski haline dönecek!' Ama dönmedi. Rüyamda olduğu gibi uzun süre kirli sokakları dolanmışcasına tam olarak durduğu yerde durmayı sürdürdü. Banyoya koşup bir duş daha alıp tekrar giyindim. Kapıdan koşarak çıktım. Koşmak kafamı biraz olsun dağıtabilirdi o yüzden okula doğru koşmaya başladım. Giydiğim eteğin açılmasını umursamadan koştum.
Sınıfın kapısına ulaştığımda soluklanarak kapıyı çalıp açtım.
"Hocam özür dilerim girebilir miyim?" dedim umurumda olmasa bile.
"Gel Asya. " dedi o da gülümseyerek.
Geniş anfinin her daim oturduğum yerine ilerliyordum ki duraksadım. Uerimde oturan kızı fark ettim. Dünkü geri zekâlı Patlıcan'dı bu... "Kalk yerimden!" diye uyardım dişlerimin arasından. Yaşadıklarımdan sonra kibar falan olamazdım. Ama kız kalkmadı. Sadece yüzüne iğrenç bir gülümseme yayıldı. Suratının ortasına bir tane geçirip tüm dişlerini kırmamak için kendimi gerçekten zor tutuyordum.
"Kalk dedim!" Gözlerini devirince sadece derin bir nefes aldım.
Selin oturduğu yerden "Asya boş ver..." diye beni sakinleştirmeye çalışmıştı ama sabahtan beri hıncımı çıkaracak birisini arıyordum.
"Son kez söylüyorum kalk, bir de seninle uğraşmayayım."
Sıramda iyice yayılırken gülümsemesi suratına iyice yayıldı. "Bana dokunamazsın!" Oldukça açık tişörtünün üzerindeki kolyeyi görmemle başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Bu Anıl'ın kolyesiydi. Benden aldığı kolye... Öfkemi daha fazla kontrol edemedim. Bu zamana kadar yeterince iyi kız olmuştum zaten.
"Sen bilirsin! " Kolyenin beni engelleyeceğini düşünsem de sinirle o mor saçlarına yapıştım. Ama beni engelleyen bir şey olmadı. Bu sefer gülümseyen taraf ben oldum. Onu sıramdan kaldırıp sınıftan çıkardım. Tabii tüm sınıfta bizimle birlikte çıkmış oldu. "Seni uyarmıştım!" diye bağırdım. Yere doğru ittirdiğim Patlıcan'a sinirle bakıyordum. Şoku atlattığında ayağa kalkıp bana baktı.
"Nasıl olur?!"
"Bir daha benimle iddialaşma!" Yanıma yaklaşırken yine gözleri sinire bürünmüştü. "Seni geberteceğim!"
Bana doğru bir tekme savurduğunda geriye gidip onu savurdum. Gerçekten de sanki dövüşmeyi biliyor gibi hareketler yapıyordum ki ben daha önce hiç böyle bir şey yapmamıştım. Ben asla kavga çıkaran tip olmazdım. Ben kötü tarafta olmazdım. Fakat bu sefer farklı görünüyordu. Bir tekme daha savurduğunda tutup onu yere düşürdüm sonrada üzerine oturduğum gibi bir yumruk attım.
"Asya dur! Manyak mısın? Lan, dur!" Birisi beni omuzlarımdan yakalayarak yukarı çekti.
Beni kaldırmaya çalışan çocuğa dönüp sinirle ona baktım. "Kendi kaşındı, bana karışma!"
"Asya! Dur!" Ben yumruklarıma devam ederken hoca bir çığlık attı. Ama beni kaldırmayı başaramadılar. Bir yumruk daha attığımda birisi beni kucağına alıp havaya kaldırdı. "Sakin ol Küçük Kız!"
Anıl.
Anıl'ın burada ne işi vardı? Tabii sevgilisini kurtarmaya gelmişti. Onun o mor saçlarını tek tek yolacaktım!
"Dokunma bana, sakın dokunma!"
"Ondan uzak dur!" dedi o da soğuk hissettiren sesi ile. Bu bardağı taşıran son damla olmuştu. Sert bir tokadı suratına indirdiğimde tepki vermedi. Ellerini saçına geçirip Patlıcan'nın yanına gitti.
"Nil... İyi misin?" Nil'miş...
"Onu geberteceğim. O kızı öldü duydun mu beni, o artık ölü!" diye bağırıyordu Nil. Bir kahkaha atarken ona alayla baktım. Ağzı gözü dağılmış ama hala konuşabiliyordu.
"Bir daha benimle iddialaşma Patlıcan, yoksa elimden kurtulamazsın." Sonra kapıya yönelip tam çıkıyordum ki koridorda yankılanan sesle durdum.
"Asya Doğan! Hemen odama!"
Ya ben filmlerdeki gibi şöyle havalı bir çıkış yapacaktım. Ne olurdu sanki? Bölüm başkanına kim haber vermişti?
***
"Sen hiç böyle bir kız değildin Asya, durumun hiç iyiye gitmiyor." Acaba neden diye düşünürken dekan yardımcısının odasındaki sehpayı inceliyordum. "Ailenle konuşmadan önce uyarıyorum ama böyle devam edersen fakülte içerisinde bir düzene başvurmam gerekecek."
"Tamam hocam, bu sene gerçekten zor bir dönem geçiriyorum. Olanları biliyorsunuz."
"Evet, kızım biliyorum o yüzden sana biraz tolerans gösteriyorum. Ama bir daha olmasın. Şimdi çık, istersen evine git."
Sınıfa geri döndüğümde bizim kızlar hemen yanıma geldiler.
"Asya kızım sen ne yapıyorsun?" dedi Selin. İnci kolumu tutarak gözlerini kıstı. Yanlış olan şeyi görmek ister gibiydi. "İçine birisi mi kaçtı? Biraz önceki kişi sen olamazsın."
Sıkıntıyla nefesimi bırakıp, "Şimdi hiç konuşmak istemiyorum, Anıl nerede?" diye geçiştirdim onları. Çünkü söyleyecek bir şeyim yoktu.
"Şey, şu yeni kızı götürdü."
Çantamı alıp ben de çıkışa ilerledim. Onu görmek istediğimden değil, sadece dün gece olan gerçekleri öğrenmek istiyordum. Bahçede kızın yüzüne pansuman yapan Anıl'ı görünce sakin olmak için direndim. Kapıdan çıkıp yavaşça onları dinlemeye başladım.
"Seni tanıyordu. Bu yüzden beni bu okula getirdin! Kolye işe yaramadı. Ne o?! Benden ne gizliyorsun?"
"Nil biraz sakin ol, sana ona karışmamanı söylemiştim seni öldürmediği için şanslısın. Göz önünde dursun dedim, gidip ona sataşmanı söylemedim" Ben mi? Oh iyi oldu...
"Bırak beni kendimi iyileştirebilirim." dedi ters ters Nil.
Fakat Anıl onu "Salak mısın sen, tüm okulun önünde dayak yedin kendini iyileştirirsen bunu nasıl açıklayacaksın?" diyerek susturdu. Tabii salak diye yorum yapıyordum ki Patlıcan'ın da bizden olduğunu anladım. Yani artık biz kimsek...
"Anıl kapa çeneni sana patlamayayım." Anıl kızın yarasına biraz bastırmış olmalı ki inledi.
"Bana emir verme cadı."
"Bana cadı deme yoksa kötü olur!"
"Ne halin varsa gör ben gidiyorum. Beladan uzak dur."
"Tabii annecim..."
Saklandığım yerden uzaklaşınca Anıl'la burun buruna gelmiş oldum. Tentürdiyottun kokusu üzerine sinmişti.
"Sen bizi mi dinliyordun Küçük Kız?"
"Yeni geldim, seninle konuşmam lazım" dedim. "Beni takip et!"
Birlikte bodruma uzaklaştık ve sonra bana baktı. "Ne istiyorsun?"
"Dün gece bizim eve geldin mi?" dedim direk. Artık uzun uzadıya sohbetlerden bıkmıştım. Bir an tereddüt etti sandım ama sonra ciddiyetini dalgaya vurdu. Her zamanki gibi...
"Sen söyleye söyleye iyice şizofrene bağladın! Ne diyorsun Küçük Kız? Yoksa beni evine çağırmanın yollarını mı arıyorsun?"
"Boş ver geri zekâlı! Sormadım say." Bu olayları onun ağzından öğrenemeyecektim. Öğrenmek için ise uğraşmam gerekecekti. Güçlenmem gerekecekti Ona omuz atarak yoluma devam ettim. Sormak istediğim çok şey vardı. Mesela Neden beni takipte tutman gerek? Diye bağırmak istiyordum ama yapamadım... Belki de bana vereceği cevaptan korktuğum içindi. Belki de bana cevap vermeyeceğini düşündüğüm içindi ama sonuçta yapamadım. Ondan iyice uzaklaştığımda ise kasılmaktan gerilen omuzlarım düştü ve yıllardır olduğu gibi boşluk içinde yürümeye başladım...
Gözyaşlarım benim kontrolüm dışında yanaklarıma akarken nerede olduğum hakkında hiçbir fikrim yoktu. Yaşadığım anın gerçekliğinden bile emin değildim, belki de hala rüyadaydım. Belki de, derin bir uykudaydım. Arasındaki farkı anlayamıyordum artık, kendimi eksik hissediyordum, belki de gerçeklikten şüphe etmemi sağlayan yegâne şey yaşadıklarımdı. Hiç kavga etmeyen birisi olarak siyah kuşak gibi dövüşmem garipti, mantıklı gelmiyordu bana. Fakat diğer tüm garipliklerin yanında sönük kalıyordu, pek önemsenmeyecek küçük bir nokta haline geliyordu.
Nerede olduğumu bilmiyordum ancak hala yürümeye devam ediyordum, sanki ayaklarım bana bağlı değildi; yürüdüğüm onca yola rağmen tabanlarım ağrımıyordu. Bulanık zihnimin kıyılarında çektiğim topuk sesleri ile yorulmayan bacaklarım yavaşladı, bir ses duyduğumda ayak tabanlarım bastığım yerde kalakaldı. "Hey! Sen?!" Gür erkek sesi kulaklarımda yankılandığında arkama dönme gafletinde bulundum. Hatalarımdan ders almayı başaramıyor gibiydim, onca yaşanana rağmen hala her seslenene dönüp bakıyordum.
"Ben mi?" diye sordum omuzlarımın gerisinden adama bakarken. Arkamdaki bıraktığım karanlıkta, gölgelerde saklanıyordu adam. Belki de karanlık değildi sokak, sorun artık ışığı görmek istemeyen beynimdeydi.
"Evet..." Bana doğru bir adım attı, aramızda en az üç metre uzaklık vardı. Yüzünü hala seçemiyordum, seçmek de umurumda değildi. Yüzünü seçince ne olacaktı? Belki de bir başka kâbus kazandıracaktım gecelerime. "Sen de bizdensin!" fısıltıları tenha geceye karıştı, tüm sesleri bastıran uğultulu gece bu sözlere de acımadı.
"Siz kimsiniz?" diye fısıldadım ben de onu taklit eder gibi. Saçlarımı savuran, yüzüme vuran rüzgârla artık ağlamadığımı fark ettim. Göz pınarlarım sonunda kurumayı başarmıştı.
" 'Biz' bizleriz işte..." Her bir cümlesinde bana daha çok yaklaştı adam, muhtemel yeni kâbusumun sureti her geçen an daha belirgin olmaya başladı. "Sen oldukça iyi durumdasın, seni daha bulamadılar mı? Onlara boyun mu eğdin toksa?" Kısa boylu, beyaz tenli birisiydi bu yeni adam. Ter içinde kalmış tişörtü, yırtık kotu ile az önce saklandığı gölgenin bir parçası haline dönüşmüş gibiydi.
İyi durumdaymışım!
Buruk bir gülümseme dudaklarıma yayıldığında bunu görüp göremeyeceğini merak ettim. Ancak bu iyi durumun kötüsünü daha çok merak ediyordum. Daha fazla düşemeyeceğim, yerin dibine giremeyeceği, parçalanamayacağım şu durumdan daha kötü bir durumda olabilir miydim?
"Ne söylediğini anlamıyorum." dedim berrak bir sesle. Ağlamaktan, bağırmaktan tahrip olmuş ses tellerimin bana ihanet etmesine izin vermedim. Ne zaman korkacak olduğumdan daha fazla belada buluyordum kendimi, bu kez ne karşımdakine ne kendime korkumu hissettirmek istemiyordum. En azından bir kez olsun cesur hissetmek istiyordum.
"Sen de bizdensin..." diye yineledi. "Güçlü bir kokun var."
Bu koku her ne kokusuysa herkesin dilindeydi. "Nasıl kokuyor muşum ben?" diye sordum usulca.
"Saf bir enerji gibi."
Bu kez o bana yaklaşmadan ben ona yaklaştım, kendi cesurluk oyunuma kapıldım. Yakalarından yakaladığım adamın yüzünü kendiminkine eğdim. "Kim?" Oyunlar oynamak istemiyordum artık. Belirsizliğe kapılıp gitmek, bilinmezlikte kaybolmak istemiyordum. Sadece bilmek istiyordum. "Her şeyi açıklaman için 10 saniye var!" Kendime fazla güveniyordum belki fakat artık sabrımın sonuna ulaşmıştık.
"Sakin ol!" diye çıkıştı adam, ellerimin arasından yakalarını kurtarırken. "Sana her şeyi açıklayabilirim ama ilk önce güvenli bir yer bulmalıyız. "
"Aksiyon filminde miyiz lan biz!?" diye sordum bağırarak.
Sokak lambalarının altında siyah gözüken gözlerinde ve ifadesiz suratında bir değişiklik olmadı. "İlerde bir kafe vardı," diye mırıldandı. "oraya gidebiliriz." Elliyle önündeki yolu gösterdi, ilk adımı atmamı bekliyordu.
İlk adımımı gösterdiği yönde attım, oyunlardan kurtulmaya çalıştığım ilk anda bile kendimi bir bilmecenin, bir oyunun içinde buluyordum. Asla bu gizem labirentinden kurtulamıyordum.
"Senin adın ne?" diye sordu adam. Gözlerimi boş İstanbul sokaklarında gezdirirken derin bir nefes aldım. Soruyu yanıtlamak istemediğimi biliyordu. Ellerini yer yer yırtılmış pantolonunun ceplerine soktu. "Emre benim adım. Senin?"
"As-" diye başlayacak oldum anlık bir refleksle. Bu yabancı adamın adımı bilmesini istemiyordum, bu yabancı adamın bana dair hiçbir şey bilmesini istemiyordum. "Aslı."
"Yalan söylediğinde anlaşılıyor, bu konuda pek tecrübeli değilsin sanırım. Ama olsun, madem öyle istiyorsun, ben sana Aslı diyeyim." Büyük bir binanın altındaki, ön cephesi tamamıyla camdan oluşan bir dükkanın önünde durduk. Adam kapıyı itekleyerek içeri girdi, kapı bana doğru gelmesin diye onu tutarak içeri girmemi bekledi.
Sıradan bir kafeydi burası, özel hiçbir yanı yoktu. Sadece gecenin bu saatinde biraz loştu, ancak bu loşluk bulanık zihnimle karşılaştırılamayacak kadar önemsizdi.
"Oturalım." En yakındaki sandalyeyi çekerek oturdu, benimde aynısını yapmam için gözlerini gözlerime dikti. Pencere kenarındaki masanın öbür ucuna oturup ellerimi masada birleştirdim. "Öncelikle, nasıl bu kadar rahat olduğunu soracaktım Aslı."
Masanın üzerinden ona doğru eğildim. "Neden olmayayım?"
"Bir düşüneyim..." dedi muzip bir ifadeyle çenesini sıvazlarken. "Cadılar yüzünden? Yaptıkları ve yapabilecekleri şeyler yüzünden? İnsan yandaşları yüzünden? Ha bir de... Onlara katılan kendi halkımız yüzünden..."
Dediklerini anlamıyordum, cadıların kim olduğundan emin değildim. 'Kendi halkımızın ' kim olduğundan hiç ama hiç emin değildim. Yüzümdeki boş ifadeye karşılık gözlerini kıstı. "Sen bunları hiç bilmiyormuş gibi duruyorsun." dedi şüpheyle.
"Çünkü bilmiyorum, seni aptal." diye tısladım dişlerimin arasından. "Bu peri masallarına inanacağımı düşünmüyorsun herhalde? Ayrıca bana her şeyi açıklayabileceğini sanıyordum. Hala halkımızın ne olduğunu bile bilmiyorum. Senden iyi bir öğretmen olmazdı."
"Yanılıyorsun, benden mükemmel bir öğretmen olurdu. Sen ise sadece değerimi bilemeyecek kadar aptal bir öğrenci olurdu. Şimdi... Bana cevap ver bakalım.... Nesin sen, kimsin, hangi aileden geliyorsun bunların cevabını gerçekten bilmiyor musun? Önceki yaşamından hiç mi bir şey hatırlamıyorsun?"
"Konuşuyorsun," dedim ayağa kalkarken. "ama sözlerin hiçbir anlama gelmiyor. İçinde bulunduğum durumdan bile daha saçma olmayı başarabiliyorsun ve senin saçmalıklarına ayıracak ne sabrım ne de vaktim var."
Tam gitmek için kapıya yönelmiştim ki beni belimden kavrayıp geriye çekti, yüzünde solan bir ifade vardı. Bileğimi yakalayarak beni kapının aksi yönüne sürüklemeye başladı. "Bırak! Ne yapıyorsun!?"
"Şşş! Yaşamak istiyorsan o güzel çeneni kapatacaksın!" Benim cevap vermeme izin vermeden bir kapıyı açtı ve beni içeri itekledi, kapıyı hafif aralık bırakırken dışarıyı gözlüyor gibiydi. Parmak uçlarımın üzerinde kalkarak neye baktığını anlamaya çalıştım. Kafeden içeri yeni adamlar giriyordu ve Emre'nin gözleri onların üzerindeydi. "Hasiktir..." Lavabonun kapısını kapattığında susmam için işaret verdi. O güzel çenemi kapalı tutmaya karar verdim. "Bak Aslı aslında hiç kimse umurumda olmaz. Evet, ben bencil, her şeyini kaybetmiş bir adamım... Ama belli ki senin hiçbir şey bildiğin yok o yüzden sakın benim sözümden çıkma!"
Kafamı aşağı yukarı sallayarak onu onayladım. "İçeri giren adamlar bizi bulurlarsa ya öldürürler ya da köle olarak kullanırlar." dedi fısıltıdan ibaret bir sesle. Benliğimin bir parçası gelen adamların bunu bile duyabileceğinden korkuyordu zira bu kez fısıltıları saklayacak uğultu yoktu. "Dövüşmeyi biliyor musun?"
"Hayır..." dedim konuşabileceğim en kısık sesle. Dışarı loştu, evet. Ancak bu lavabo neredeyse tamamen karanlıktaydı. Adamın suratını ancak seçebiliyordum.
"Siktir... Neyse, tamam... Ben üçünü de halletmeye çalışırım. Ama bana bir şey olursa kaç olur mu? Kahramanlık yapmaya filan kalkışma. Senin de dediğin gibi bir filmde değiliz, gerçek hayatta o tip şeyler işe yaramıyor... Güven bana birinci elden tecrübe ettim."
Sözlerini bitirdikten sonra lavabodan çıktığında bende onun yerine geçerek minik aralıktan olanları izlemeye başladım. Daha birkaç adım atmadan adamlardan birisi onu fark etmişti bile. Buradan asla kaçamayacaktık. Hayatım botunca her adımım bana acı ve bela getirecekti. Belki de lanetlenmiştim.
"Emre, yine karşılaştık bakıyorum." dedi adamlardan en uzun olanı. Üzerinde tuhaf denebilecek bir şey yoktu. Sokakların birisinde karşılaşabileceğiniz serseri tiplere benziyorlardı. Deri ceketleri ile belki de kızları etkilemek için motora falan biniyorlardı. Ama bu hikâyede ne olduğunu anlamak zordu. Emre onlara doğru bir adım atarak yırtık pantolonunun ceplerini bir kez daha yokladı.
"Benden başka kimsenin kalmadığını düşünmeye başladım Sevgili Ağabeyim. Dönüp dolanıp beni buluyorsunuz!" Gözlerini diktiği adam yan tarafındaki garsonu yanına çağırarak kısık sele bir şeyler söyledi. Yaşça benden küçük görünen kız korku ile bir adım geri attı. Ve sonra kafedeki herkes dışarı çıkmaya başladı. Bizden başka kimse kalmadığında Abi dediği adam Emre'ye gittikçe yaklaşıyordu. Sonunda tam önünde durduğunda Emre'nin giydiği tişörtün omuzlarındaki olmayan tozu eliyle silkeledi.
"Senin için gelmedik kardeşim. Bir kızı arıyoruz. Uzun kahverengi dalgalı saçları var. Senden uzundur muhtemelen, gerçi herkes senden uzun ama neyse..." Emre'nin arkası bana dönük olduğu için yüzünün aldığı ifadeyi göremiyordum. Beni ele mi verecekti? Yoksa benim yüzümden acı mı çekecekti? Elimle ağzımı kapattım. Belki de tarif ettiği kişi ben değildim. Türkiye sınırları içerisinde tarif ettiği standartlara uyan birçok kız olabileceğinden emindim. Fakat içimi donduran o soğuk kıpırtı bunun sadece benimle alakalı olduğunu biliyordu. Benden bahsettiğini anlamak zor değildi. Emre'nin tanımadığı bir kız için canını tehlikeye atmayacağını, yerimi söyleyeceğini düşündüğüm için kaçacak bir yer aradım. Karanlık lavaboda görebildiğimce bakındım. Başka bir yol olmalıydı. Fakat bana bencil olduğunu söyleyen adamın "Görmedim..." diyen sesi durmama neden oldu. Görmedim demişti. Beni hiç tanımasa bile arkamda durmuştu. Kaşlarımı çatarak tekrar kapının aralığına yaklaştım ve izlemeye devam ettim.
"Eğer onu bulmama yardım edersen seni rahat bırakırım. Ömrün boyu..." diyen adam Emre'den hoşlanmasa bile bu teklifi yaptığına göre beni bulmayı gerçekten istiyor olmalıydı. Emre'nin ise huzursuzca kıpırdandığını gördüm. Eğer beni ele verirse adamların bana ne yapacaklarını düşünmek istemiyordum. Onun dediği gibi ölecek miydim, köle mi olacaktım? Fakat o yine de adamları tersledi. Belki de bunlar benim için değildi. Gerilen bedeninden adamlardan ciddi anlamda iğrendiğini görebiliyordum. Önünde duran deri ceketli adam ise onun gerçekten de abisi olabilirdi.
"Sizden kaçmaya alıştım siz olmazsanız boşluğa düşerim açıkçası."
"Aptallık yapma Emre, tanımadığın birisi için ölecek misin?" Adam eğlenir gibi eliyle arkadaşlarını gösterdi. "Üçünüzü birden yenemezsin bunu ikimizde biliyoruz."
"Gerçekten de beni tanımıyorsun! Aynı aileden geldiğimiz için sana acıyorum." Adamların biri Emre'nin üstüne hamle yapınca nefesimi tutup duvara daha çok sindim. Ama elini cebinden çıkarak Emre, adamı kolundan yakalayarak masalardan birisine doğru fırlatmıştı bile. Adam iki metre havaya uçup camdan dışarı fırladığında Emre'nin kahkahasını duydum.
"Gerçekten beni yakalamak için bu adamları mı buldun?" dedi abisine. Gülümsediğini göremesem bile yüzünü büyük bir sırıtış kaplamış olmalıydı. Abisi camdan çıkan adama kafasını çevirmeden bakarak sıkıntılı nefesini verdi. Bu gerçekten de küçük bir kardeşi zapt etmek zorunda kalan bir abi tavrına benziyordu. "Aslında amacım sen değildin ama azla idare etmeyi öğreneceğim." Elini iki yana kaldırarak deri ceketinin arkasına götürdü. Belindeki silahı çıkarınca aldığım nefes boğazıma takıldı. Ölecek gibi olsam da öksürmemek için direndim.
"Silah mı? Biz insanlar gibi savaşmayız." Bu duruma benim kadar olmasa da Emre de şaşırmıştı. Kafasını eğerek yan tarafını gördüğüm yüzünü buruşturdu.
"Artık onlar gibi davranmaya alışmalıyız... Şimdi kızın nerede olduğunu söyle yoksa bir insan silahıyla öleceksin bundan daha aşağılayıcı bir şey yok sanırım ha?" Adam silahı direk onun kafasına doğrultmuştu.
"Bu beni değil seni aşağılar. Beni hiçbir düelloda yenemedin şimdi de bu oyuncaklarımı buldun?" Ellerini tekrar cebine atarak bir adım geri gitti. "Eminim babam seninle gurur duyardı. Onun onurunu nasıl kirlettiğin hakkında hiçbir fikrin var mı?" Emre tiksinen suratını silah yerine deri ceketli adama odaklamıştı. Fakat adamın suratı ifadesizlikle kaplıydı. Sözlerinin hiçbir anlama gelmediğini görebiliyordum.
"Senin için üçe kadar sayıyorum..." dedi sadece. Sanki kardeşi için elinden gelen tek şey buydu.
"Bir... İki..." Onu öldürecekti. Bir saniye sonra beyni yerinde olamayan cansız bir beden ayaklarının dibine düşecekti. Neden? Onlara yerimi söylemediği için mi? Arkamda durduğu için mi? O diğerleri gibi beni terk etmediği için ölecekti. Buna katlanabilir miydim? Silahın tetiğinde duran parmak benim değildi belki ama bir ölümün birçok nedeni olabilirdi. Sonuç olarak Emre beynine giren bir kurşun ile ölecekti. O merminin çıktığı silahı tetikleyen abisi olacaktı. Fakat en derinde onu öldüren ben olacaktım. Bir katil olmaya hazır mıydım? Hayır, her şey yakışırdı belki adımın yanına ama katil damgası kaldırabileceğim bir şey olamazdı. Diğer her şeyi umursamadan yaşayabilirdim ama bunun için kendimi affedemezdim. Bu kısa bir saniye benim için yaşam gibiydi. Yaşamın devam etmesi ya da bitmesi için sadece bir saniye. Ve seçimimi yapmıştım.
"DUR!" diye bağırarak aralık kapıyı sonuna açtım. Her zaman böyle olmuştu. Ben acı çekmiştim; başkaları yüzünden. Ama bu sefer bir başkasının benim için acı çekmesine göz yumamıyordum. Alışkanlıklardan vazgeçmek zordu.
"Vay vay vay şuna da bakın!" Adam silahını indirerek bir adım yana kaydı ve bana baktı. "Düşündüğümden daha güzelmişsin. Bir o kadar da aptal!" Sonra gözleri neşe ile Emre'ye döndü. "Orada olduğunu biliyordun. Yoksa benim küçük kardeşim âşık mı olmuş hem de dünyadaki en tehlikeli kıza..." Öne doğru adım attığımda daha net gördüğüm sarışın adamın sözleri ile durdum. Ne olduğumu biliyordu! "Artık onu bırak gitsin istediğini aldın!" dedim sesim yine bana ihanet etmemişti. Bedenim bu cesaret oyununa gerçekten de alışmıştı. "Kızı duydun Emre çıkabilirsin!" dedi Sarışın gözleri hala bedenimdeydi. Emre kafasını bana çevirerek, "Sana kahramanlık yapma demiştim..." diye söylendi. Onun hayatını kurtarmış olmam umurunda değil gibiydi. Zorlukla gülümsedim, katil olmak yerine kahraman olarak ölmek gözüme mantıklı görünmüştü. Hem bana dünyadaki en tehlikeli kız demişti değil mi? Başımın çaresine bakmalıydım.
"Sorun değil ben uzun zamandır korku filmlerindeki o aptal kızım. Yani en sonunda zaten ölürüm beni dert etme ve git!" Bana son kez bakan Emre adamın yanında geçerken sinirle küfretti. "Şunu aklına sok: sen benim ağabeyim değilsin!" Adam kendinden beklemediğim bir hareketle dudaklarını büzdü ve "Bunu yeni anlaman beni üzdü Emrecim. Şimdi kararımı değiştirmeden defol buradan." diye son cümlesini kurdu.
Emre kapıdan çıkıp gittiğinde kaderimle yüzleşmek için sarışın adama döndüm. "Beni öldürmeden önce açıklama yapsan olur mu?"
"Ne öldürmesi güzel kız? Seni öldürmeyeceğim..." Yüzünde pis bir gülümseme belirdiğinde bir adım geri attım. İnce dudaklarını tamamen ortadan kaldıran bu gülümseme midemi bulandırıyordu.
Ya öldürürler ya da köle olarak kullanırlar.
"Beni köle olarak mı kullanacaksınız?" diye sordum hiç düşünmeden.
Adam benim ciddiyetle sorduğum soru üzerine gülümsemeyi bırakarak kahkaha attı. İçten bir kahkahaydı bu. Beni gerçekten komik bulmuştu. "Senin gibi değerli bir şeyi köle olarak kullanmak yazık olur..."
"Sizinle gelmeyi reddedersem ne olur?" diye sordum bu kez. Onun tüm ciddiyetsizliğine rağmen ifadesiz yüzümü korudum. Bir başka kahkaha boş kafede yankılandı. Belki de adam kendini gülmeye bu kadar kaptırmışken kaçmaya çalışmalıydım. Diğer adamlara baktım, ikisinden kurtulup kaçabilir miydim? Hem de biri silahlıyken?
"Bizden kurtulamazsın..." dedi adam aklımı okuyormuşçasına.
"Ama benim değerli olduğumu sen söyledin, yani beni öldüremezsin.."
"Bu sana işkence etmeyeceğim anlamına gelmez ki bebeğim!" Soğuk sesi her bir cümlesinde içimi titretiyordu ve bunu ona belli etmemek için elimden geleni yapıyordum. Korktuğumu fark etmeleri hayrıma olmazdı ve kesinlikle buradan çıkmamı kolaylaştırmazdı. Onları nasıl etkisiz hala getirirdim bilmiyordum, ama savaşmadan teslim olmayacaktım. "Bana bir açıklama yapamaz mısınız? En azından ne olduğum konusunda..."
"Söylentiler doğru demek," dedi adam keyifle. "sen gerçekten de hiçbir şey bilmiyorsun!"
"Benim hakkımda söylentiler mi var?" diye sordum diğer adamları incelerken, ikisinin zayıf yönlerini keşfetmeye çalışıyordum. Ancak ben Sherlock Holmes değildim.
"Senin hakkında çok fazla şey var... Ve seni isteyen birçok kişi... Ama şansa bak ki sen benim oldun!" Yumruklarımı sıkarak ona baktım. Ben kimsenin değildim. Vücudum kasılmaya başladığında istemsiz bir şekilde kahkaha attım gerçekten neler olduğunu anlamamıştım ama sanki adam çok komik bir şey söylemiş gibi gülmek istemiştim.
"Ben kimsenin değilim!" dedim gözlerim nefretle kısılırken. "Eğer istiyorsan gel ve al bakalım..."
Neler söylüyordum ben böyle?
Ama adam bu çıkışımla bir anlık tereddütte düştü. Ben de fırsat bu fırsat yanındaki adamın üstüne atladım. Adam bu beklenmedik hamle ile yere savruldu ve ben de yüzüne iyi bir yumruk geçirdim. Daha saniyeler önce üzerine atladığım adam hemen bayıldığında ayağa kalktım. Ben adamı etkisiz hala getirirken sarışın olan elindeki silahla ne yapacağını bilememişti. Beni vuramazdı. Benim ölmem demek onun ölmesi demekti. Sonra havaya ateş etti bende biraz önceki cesaretimi kaybedip donakaldım.
"Uslu dur! Yoksa seni öldürmem ama yaralayabilirim."
Ellerim havada ayağa kalkarken sadece o ve ben kalmıştık. Diğer arkadaşı tatlı uykusuna dalmıştı.
"Benden ne istiyorsun?" dedim bedenimdeki cesaret gerilere sinse bile hala öfkeliydim.
"Benim olmanı, duyduğuma göre seninle birlikte olursam hala orada gibi hissedermişim... Bu başına konan ödülden bile güzel." Gözleri arzu ve özlem ile kararmış adama bakarken şaşkınlığımı hiç gizlemedim. Zaten bana bakarken bu ifademden zevk alıyor gibiydi. Dudaklarının yanındaki kıvrım hayatta nefret ettiğim tek şeymiş gibi sinirime dokunuyordu. Söylediği sözler ise cabasıydı. Gerilen sinirlerim bedenimi ele geçiriyor gibiydi. Aksi takdirde benim kurmayacağım cümleler dudaklarımdan izin almadan ayrılıyorlardı.
"Bana elini bile süremezsin!" Ama konuşan benim zihnim değildi. Neler oluyordu? Bende ki bu değişim adamın dikkatini çekmemişti. Sadece gözlerinin içinde bir anlığına o tedirginliği görmüştüm. Benden, yapacaklarımdan korkar gibiydi. Ama bunun üzerini örtmeyi iyi başarıyordu.
"Göreceğiz, şimdi yürü bakalım." dedi soğuk sesi. Silahıyla kapıyı işaret etti. Ama ben hareket etmedim. Yani bunu istedim fakat sanki beynim bacaklarıma emir vermiyordu. Hareket edemiyordum.
Adam ilerlemediğimi gördüğünde kafasını çevirerek bana daha dikkatli baktı. "Yürüyecek misin, yoksa ben mi yürüteyim?"
"Sen yürüt." dedim sakince. Artık kendime akıl sır erdiremiyordum. Ben bu şekilde diklenecek son kişiydim belki de.
"Pekâlâ..." diye mırıldandı soğuk sesi dudaklarını esir aldığında. "Bunu sen istedin, sakın unutma..."
Bana doğru gelirken yavaş yavaş geriledim. Sanki saniyeler önce özgüvenle karşısında dikilen ben değildim. Şimdi sonu gelmeyecekmiş kaçmaya çalışıyordum.
Daha fazla kaçamayacağımı fark ettiğimde ellerimle bir sandalyeden destek almaya çalıştım. Benim zayıflığım onun avantajı olmuştu, adam şimdi benden bir adım kadar uzaktaydı. "Şimdi ne yapacaksın?" diye sordu silahını saçlarımda gezdirirken.
Nefesim boğazımda sıkışıp kalırken gözlerimi kapattım. Çıkmazda gibi hissediyordum ama ben aslında her zaman böyle hissediyordum, ben sanırım bu berbat hissi kullanarak kolaya kaçıyordum. Ben hiç bir çıkış yolu aramıyordum ki! Ben hep ağlayıp sızlayarak, korkarak bir şeylerden kurtulmaya çalışıyordum. Gözlerimi aralayarak bu kez sonuca odaklanmaya çalıştım. Buradan kaçacaktım, kaçmak zorundaydım. Güçsüzlüğüm de bitip gitmek dışında bir seçimim daha olmalıydı, kendimi kurtarmaya çalışabileceğim bir yol olmalıydı.
Elimi başıma dayalı silahına koydum, küçük ellerimi kaydırarak adamın elini tuttum. Adam şaşkınlık içinde bana bakarken ben yavaş yavaş omzuna doğru ilerliyordum. Sol elimle sağ omzunu kavradığımda diğer elimle de sol omzunu kavradım. Silaha aldırmayarak yüzümü onunkine yaklaştırdım, alt dudağımı yalarken adamın suratında küçük bir gülümseme belirtti. Kalkanları indirdiğimi düşünüyor olmalıydı...
Tüm gücümü toplayarak kasıklarına dizimi geçirdim, yapılı adam bir kaç adım gerilediğinde gevşeyen elinden silahını kaptım. "Seni orospu!" Acı dolu bağırışı boş odayı olduran tek sesti. "Seni yakaladığımda en korku dolu kâbusların olacağım!"
"Elini bile süremezsin." dedim adamın alnını hedef alırken. "Diğer tarafta görüşürüz." Fakat... Fakat... Onu öldürecek miydim? Ben bunu yapabilir miydim? Ya da bunu istiyor muydum ki? Gerçekten birinin kanını ellerimde istiyor muydum? Biraz önce katil olmamak için canımı tehlikeye atarken şimdi bu kadar net bir şekilde bunu kabullenecek miydim?
Silah sesi tüm caddede yankılandı.
Ellerim tetiği çekmişti ancak onlara bu emri ben vermemiştim, adamın cansız bedeni yere düşmüştü ama bunu ben istememiştim.
İstemiş miydim?
Silah ellerimden yere düşerken dizlerimin bağı çözüldü, ellerimle yanımda duran masaya tutunmaya çalıştım ancak düşmemi engelleyemedim. Onu öldürmüştüm. Ben bir katildim. Sürünerek şimdiden minik bir göl oluşturan ve bana doğru hareket eden kandan kaçmak istedim.
Titreyen ellerimle yüzümü kapattım. Bu manzarayı görmek istemiyordum. Yerde uzanan bedenin alnındaki boşluğu görmek istemiyordum. Boşluktan hala fışkıran kan şimdi rahatlamış yüze sıçrıyordu. Kan yüzünden akarak yeri ıslatıyor geceye başka bir gölge ekliyordu. En kötüsü de hala açık olan gözlerdi. Az önceki arzu şimdi neredeydi?
Onu öldürmüştüm? Onu öldürmüştüm... Onu öldürmüştüm... Onu öldürmüştüm...
Onu öldürmüştüm!
"ASYA!"

AvaritiaHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin