Yazım yanlışım varsa affola...
Neredeydim ben? Işık hiç olmadığı kadar parlak... Sesler hiç olmadığı kadar gürültülüydü. Ellerimi kaldırıp gözümün önünde siper ettim. Beynim hala karma karışıktı. Ve acı asla geçmeyecek gibi canımı yakıyordu. Buna rağmen hareketsiz bir şekilde yattığım yerden doğruldum. Mavi çimler... Evet kesinlikle mavi çimler. Ve iliklerime işleyen soğuk... Işık azaldığında ilk başta gözlerimi yakan şeyin güneş ışığı olmadığını anladım. Güneş ışığı mor olmazdı değil mi? Ya da siyah ya da mavi... Hayır gözlerimi yakan şeyler güneş ışığı değildi. Bunlar insanlardan yayılan ışıktı... Saçlarından, gözlerinden, tenlerinden... Saçları rengarenkti. Daha doğrusu sadece mavi mor ve siyahtı. Gözleri yine mavi, mor, kehribar rengi ve siyahtı. Ve oldukça parlak... Kendinizi Noel ağacında gibi hissedebilirsiniz. Artık tamimiyle ayağa kalktığımda onlara daha dikkatli bakabilmiştim. Hayır onlar insan değildi. İnsan gibilerdi ama dikkatli bakınca olmadıkları apaçık ortadaydı. Bedenleri bir insana göre çok daha büyük ve kalıplıydı. Tenleri bembeyazdı. Hastalıklı bir solgunluklarda olsa aynı gözleri ve saçları gibi parlaktı. Kafalarının ortasında, saç diplerinden alınlarının neredeyse yarısından aşağı inen kabartmalar vardı. Birbirlerine yakın ama uçları birleşmeden duruyorlardı. İkizkenar üçgen gibiydiler... Bu kavratmalardan herkeste farklı sayıda vardı. Kimisinde 1 tane varken kimisinde 3 ama üçler diğer sayılara göre azdı.
Mutlulukla gülümseyenler, birbiriyle konuşanlar... Çoğunun gözleri saç renkleriyle aynıydı. Beni fark ermemişlerdi. Beni görmüyor gibi yollarına devam ediyorlardı. Elimle ensemi sıktıktan sonra derin bir nefes aldım. Buna direnebilirdim. Acı beni ayakta tutan şeydi. Yavaş bir adım attığımda karşımda görünen devasa dağa baktım. Buz kristallerinden oluşmuş bir saray tam tepesinde duruyordu. Şimdiden donan bedenim oraya gitmemem için yalvarıyordu ama asıl istediğimin orada olduğu açıktı. Aslında buranın neresi olduğumda açıktı. Şu anda Onların gezegenindeydim. Yani nasıl olduğunu bilmesem de bir şekilde buradayım. Belki de kendimi geçmişe yollamışımdır. Belki de beynimdeki şu acı beni başka bir başlangıca itmiştir. Ama yapmam gerekeni hissedebiliyordum. Kral'ı ölmeden önce bulmalıydım. Onun ölümüne engel olabilirsem her şey son bulabilirdi. Ben yine sıradan hayatıma dönebilirdim. Ölenler hiç ölmemiş olabilirdi. Bu yüzden çıplak ayaklarımla soğuğa aldırmadan yürümeye başladım. Kristal bir buzdan oluşan dağa nasıl tırmanacaktım?
...
Adamın kalın sesi... Kafamın içindeki acı ve kulaklarımdaki uğultu. Bileklerimdeki sıkılık... Ama görüntü çok bulanıktı. "Kendine geliyor. Dikkatli olun." Kafamı kaldırmaya mecalim yok. Sadece duyuyorum. Sadece nefes alıyorum. Görüntü hala bulanık... Acı hala gerçek. "Büyü yaparsa öldür onu. Asla acıma." Sonra uğultuya rağmen kaba sese karşılık büyük bir acı. Bir flaş ışığı...
...
Parlak kaygan gibi görünen dağa karşın ayaklarımın altındaki zemin kar kapılıydı. Ve bu yürümemi kolaylaştırsa da soğuk artık hücrelerime işlemişti. Üzerimde ince bir kapüşonlu altımda dar bir kot... Ayak parmaklarım artık yok gibiydi. Derin bir nefes alıp yola devam ettim. Ama soğuk gittikçe artıyordu. Bedenim buna dayanabilir miydi bilmiyorum. Ama dayanmalıydı. Hızla açık patikadan yoluma devam ettim.
...
Soğuk.. Çok soğuk. Yüzümden aşağı akan su... Neredeyse çıplak olan vücudum. Nefes al ve nefes ver.. Sadece yaşa. Saçımı tutan güçlü eller.. Canımı yakan kişiler.. Ama daha fazlası değiller. Bir hiçlik.. Sadece acı. Sanki mümkünmüş gibi.. "Astrid. Başka oyun yok!" Beynimde yankılanan söz Astrid. Sonra devrilen sandalye ve yere çarpan başım. Ah acı! Ve ışık. O lanet ışık!
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Avaritia
Fantasyİçini ısıtan hayaller mi yoksa canını acıtan gerçekler mi deseniz... Bir hayale kapılıp gitmek için her şeyi yapardım; ama o hayalin asla gerçekleşmeyeceğini bilmek işte asıl canımı yakan şey. Varsın yaksın, acının gerçekliğiyle ayaktayım şuan.Ama a...