Yazım yanlışım varsa affola...
Kendime gelmem kolay olmamıştı ama Özgür'ün efsane konuşmasından yarım saat sonra dışarı çıkacak duruma gelebilmiştim. Ormanlık alanda seslerin daha doğrusu inlemelerin geldiği yöne doğru ilerliyordum. Yapraklar botlarımın altında eziliyor parlayan hafif kar tanelerine karışıyordu. Güneş sanki bugün daha bir karanlıktı. Bir çığlık daha koptuğunda hızla sesin kaynağına ulaşmıştım.
Melyn diğerlerine göre daha büyük bir meşe ağacına yaşlanmıştı ayakları önde üzerindeki kazağı elinde tutuyordu, ve diğer eliyle kanayan göğsünü tutuyordu. Derisi yeni oluşmaya başlamış yapış yapış kan içerisindeydi. Göze batan tek şey kan değildi, yaradan akan iltihap hepsinden kötüydü. Yanında ayakta duran Özgür küfür ederek yanına diz çöktü ve elini Melyn'nin elinin üzerine koydu. Onun enerjisini kullanarak Melyn'e yardım etme çabasını seyrettim.
"İyileşmen gerekiyordu." Elini çektiğinde kalbinin yan tarafında parçalanarak patlamış gibi duran iltihaplı yaraya baktım. Sonra tekrar çığlık attı ve boynunu tuttu. Özgür tekrar onun elini çektiğinde yine iltihapla karışık akan kanı gördüm.
"Bu nasıl bir zehir?! İyileştirdikçe yayılıyor Meyn daha fazla devam edemem."
Meyn inleyerek bağırdı. Çıplak göğsünden yayılan yara iğrençti. Kesinlikle böyle bir insana yaklaşmaya bile korkardınız. Boynundaki yara yayılarak yüzüne ulaşmaya başladığında eliyle Özgür'ü kendine çekti.
"Madem öyle, öldür beni Hethon. Acı çekmek istemiyorum." Gözlerinden akan yaşı görüyordum. Çaresizliğini, ölüm için yalvarışını... Ölümü çare olarak görmeyi... Bunun vermiş olduğu hissi çok iyi biliyordum. Ona beni öldürmesini söylediğim zamanlar dün gibi zihnimdeydi.
Farkında olmadan titreyen bacaklarımla ona doğru yaklaştım. Melyn'nin o umursamaz havalı duran yüzü solmuştu. Daha doğrusu ölü birsine bakıyor izlenimi veriyordu. Vücudundaki yaralar ve boş bakan acı dolu gözleriyle zombileri anımsatıyordu. Beni gördüğünde gözlerini kapatarak çektiği acıyı aza indirgemeye çalıştı. Özgür ise bana daha çok nasıl olduğumu anlamak istercesine bakıyordu. Kafamı hafifçe sallayarak Meyln'e yaklaştım ama lanet olası adamın bana tecavüz etmeye çalıştığını unutamıyordum. Bana tecavüz edecekti. Annemi öldürdü. Ona yalvarmama rağmen hiç umursamadı. O halde onu Lues'dan daha iyi birisi yapan şey neydi? Lues da bana sahip olmak istiyordu ve babama işkence etmişti. Pek bir fark yoktu. Aslında Melyn'e daha çok kızmam lazımdı. Şimdiki durumunu hak ediyordu. Öyleyse neden onu bu halde gördüğümde ona acıyordum? Neden duygularım artık saçma bir hal almıştı? Ona yardım etmek istiyordum. Ama hak ediyor muydu?
Arkamdan gelen babamım sesiyle titremem daha da arttı. Ben ona ihanet etmiştim. Ona yıllarca işkence eden adamı istemiştim ben! Öyleyse ben neyi hak ediyordum ki?! Ben de ölmeyi hak eden bir başka günahkartım. "Hadi ama Melyn daha iki üç deneme yaptık."
"Siktir git Krillian!" dedi dişlerini sıkarak sonra tekrar çığlık attı ve eliyle kasıklarına yakın bir noktayı tuttu. Orasında diğerleri gibi çok geçmeden iltihapla patlayarak acısını biraz daha arttırdı.
"Merak etme. Vücudundaki her hücre zehri tatmadan ölmeyeceksin. Ama seni uyarmalıyım. Bir sonraki nokta yüzünde bir yer olacak. Belki de gözlerin." Babamın sesi bir babaya ait değildi, uzun süre duygusuz kalmaz zorunda kaldığı için şu an hiçbir duygu barındırmıyordu.
Melyn ise dişlerini sıkarken bana bakıyordu. Çektiği acı umurunda değil gibiydi. "Asya özür dilerim. Sana yaşattıklarım için özür dilerim. Bunun dışında hiç bir şeyden pişman değilim. Bu kadar masum birisinin var olabileceğini bile düşünmezdim."
Sonra gözlerini kapatarak bir kaç kelime mırıldanmaya başladı. Anladığım kadarıyla kendi acısına son veriyordu. Ne yapacağını bilmeyen bedenim bir anda öne atıldı ve Melyn'nin önünde diz çökerek yüzünü ellerimin arasına aldım.
"Baba onu iyileştir." Akan gözyaşlarımı durdurarak kafamı çevirdim ve ayakta şaşkınca bana bakan babama baktım.
"Lütfen onu iyileştir. Daha fazla ölüm olmasını istemiyorum. Artık dayanamam."
"O anneni öldürdü." diye bağırdı sinirle. "Nasıl olur da onu bağışlamamı istersin?! Nasıl olur da onu bağışlasın?" Yüz hatları çok sinirliydi. Alnının kenarındaki damarların şiştiğini ve çenesini sıktığı için yüzünün renginin biraz daha kızardığını görebiliyordum. Gözlerimi yavaşça açıp kapatarak ona bakmayı sürdürdüm.
"Beni insan yapan şeyin bu olduğunu söylemiştin. Bizi insan yapan şeyin bu olduğunu söylemiştin. Baba lütfen. Bağışlamazsan Lues'ın yaptığından ne farkın kalacak?! İntikam için yaptığımız şeyler yüzünden bu haldeyiz. Artık bağışlamayı öğrenmemiz lazım!"
Babam bana sinirden şaşkınlığa dönen bakışları ile bakarken Melyn tekrar acıyla inledi. Ona baktığımda yana doğru eğildiğini ve ciğerlerindeki kanı kustuğunu gördüm. Ama babam hala iğrenerek bakıyordu. Yüzümde tek bir acıma duygusu yoktu. Onu bağışlamayacaktı. Bunu görebiliyordum, mantıklı olan şeyi yaparak onu ölüme terk edecekti.
Ancak öyle görünüyordu ki ben onun düşündüğü kadar kendine benzemiyordum.
Sesli bir küfür ederek Melyn'i omuzlarından kavradım ve tekrar ağaca dayadım. O bile bağışlanmaması gerektiğinin farkındaydı. Ani hareketi ile vücudunu kaplayan acıyı hak ettiğini biliyordu. Gözlerini kapatarak iki damla gözyaşının akmasına izin verdi. Bunu ona borçlu değildim. Bunu kendim için yapmam gerekiyordu. Daha iyi bir dünyanın var olabileceğine olan inancım için yapmam gerekirdi.
Bir anlığına Özgür'le göz göze geldiğimizde aklıma bana iğrenircesine bakan Welkorot gelmişti. Bana hatalarımı hayırlatmaya yetmişti. Bir büyü ya da değil, hissettiğim ve yaptığım her şeyden ben sorumluydum. Sonra içimden değil tamimiyle istemsiz olarak ellerimi Lues'ın göğsüne yerleştirdim. Gerekli harfler beynimde birleşip dudaklarımla can bulmaya başladığında iltihap içeren yara zamanı geri almışçasına kapanmaya başladı. Ve bu kasıklarınızdaki yara içinde geçerliydi.
Tamimiyle iyileştiğinde ellerim gücünü kaybederek iki yana düştü. Bedenimde onları takip ederek karla kaplı zeminle buluştu. Acı bir tat ilk önce genzimi yaktı. Soluk borumdan ilerleyerek kendine yer edindi ve kalbimi sarmalamaya başladı. Ciğerlerime baskı yaparak nefes alışımı engelledi. Sanırım biraz önce yaptığım büyü Melyn'in zehrini bana geçirmişti. Dişlerimi sıkarak acıyı düşünmemeye çalıştım. Bunu neden yapmıştım? Neden başkası için tekrar ve tekrar acı çekiyordum ki?! Ama sanki bunun için programlanmış gibiydim. Yapmam gereken tek şey buydu. Başkaları için acıya mahkum olmak.
Zihnimin içinde acı çekmem gerektiğini düşünmüştüm. Bana söyledikleri gibi masum değildim, kimse o kadar masum olamazdı. Herkes hatalarının bedelini çekmeliydi. Ve ben büyük bir hataya göz yummuştum.
Ağzımdaki metalik tadı bütün olanlara inat yutarken gözlerim Hethon'nun şaşkın suratıyla buluştu. Uzun soğuk parmaklarını ensemde hissediyordum. "Sen delisin!" diyordu. "Kesinlikle aptalın tekisin!"
Yaptığım büyü zehrin çok hızlı yayılmasına neden olmuştu. İyileştirdikçe daha hızlı yayılan büyü yaptığım şey ile bütün vücudumu kaplamıştı. Ölümüm birkaç dakikadan daha kısa sürecekti, biliyordum. Onu damarlarımda hissedebiliyordum. Gözlerimi kapatarak toprağın beni sarmalamasına izin verdim. Etrafımdaki sarmaşıkların belimi sarmasını ve bana desteklik sağlamasını istedim. Ölüyordum. Ve toprak beni almak için hazırdı. Bu Dünya beni silmek için hazırdı. Acılarım dinmek için hazırdı. Öyleyse hala neden nefes alıyordum? Metalik tadın gittikçe azaldığını hissettim. Göğsümü sarmalayan karanlık acı genzimi yakarak geri çekiliyordu. Kafamı çevirip kusmaya başladığımda birisi saçlarımı okşuyordu.
"Kızım?! Asya? Beni duyuyor musun?" Onu duyuyordum. Evet ama lanetli gibi tekrar ve tekrar ölmeyi becerememiştim. Sesleri bastıran birisini duyduğumda bunun aslında çok güçlü bir ses olmadığını ama fısıltı dahi olsa kulağımda yankı yaptığını biliyordum.
"Yaşamayı hak etmediğinin farkında." Welkorot'un normalde içimi ısıtan sesi şimdi tam tersi işlem görüyordu. Gözlerim hala eskisi gibi net değildi ama Özgür'ün sesindeki sertlik yüzünü hayal etmeme yetmişti.
"Göt gibi davranmayı bırak Welkorot. Ona hala değer verdiğini görebiliyorum. Şimdi kapa çeneni! Sonradan pişman olacağın sözler söylüyorsun."
"Onun iyi olup olmaması ne zamandan beri umurunda Hethon? Amacın onu yatağa atmaksa, ona söylemen yeterli. Bildiğim kadarıyla bu aralar kendini becerecek birilerini arıyor!" Dişlerimi sıkarak kendime gelmek için bedenimi zorladım. Şuan da Welkorot'a atacağım bir yumruk çok iyi gelebilirdi. Ama benim yerime kızgın ama bir o kadar da yorgun Melyn'nin sesini duydum.
"Seni becererek öldürürüm Welkorot! Duydun mu?! Asya'dan bir daha öyle bahsedersen seni gebertirim."
"Vay Asya'nın hayranları ne kadar da çabuk artıyor? Siz ikiniz ona yaptıklarınızdan sonra nasıl bu kadar iyi oldunuz acaba?! Ah pardon, ikinizindi ona can borcu var değil mi? Siz onun hayatını umursamazken onun sizi kurtarması ne kadarda dramatik. Aklınız yenimi başınıza geliyor? Onun için her şeyin en iyisini istedim ben. Bu hayatının hiç olmamasını diledim. Ona verilebilecek en fazla değeri ben verdim belki de ama elime geçen şeye bir bakın! Sizse onu hiç umursamazken sayamadığım kez hayatınızı kurtardı! Anlayamıyorum. Belki de hak ettiğim değere kavuşabilmem için benimde davranış şekillerimi değiştirmem gerekiyordur."
Kendimi zorla zihnimde ne yapmalarına karar verebildiğim sarmaşıklar yardımıyla oturur hale getirdiğimde Hethon'nun Welkorot'u yakalarından tuttuğunu ve ağaca dayandığını gördüm. Görüntü eski haline çok yaklaşmıştı.
"Bana bak kıt beyinli göt herif! Öyle bir konuşuyorsun ki sanki Asya seni hiç bağışlamamış, sanki bizim gibi onun saflığı ve masumluğu karşısında hiç kendinden utanmamış gibisin! Eski aşkını hala düşündüğü için seninle bir ilişkiye başlarsa sana haksızlık edeceğini düşünen bu yüzden senden uzak duran kıza, onu grup seks yaparken yakalamış gibi davranamazsın. Welkorot kendine gel. Lues'dan bahsediyoruz. Evet ikimizden de sevdiklerimizi alan adamdan, eğer böyle devam edersen senden Asya'yı da alacak. Amacını anlamadın mı? Bizi yok etmek istiyor. Kendi içimizde bölünürsek zayıf olacağız. Zayıf olmaya göz yumamam. Eğer böyle devam edersen zayıf halkayı yok etmem gerekecek Welkorot. Şimdi git ve aklını başına al. Seninle bir daha uyarıcı bir şekilde konuşmak istemiyorum."
Hethon'nun koca cüssesinden Welkorot'un yüzünü göremesem de söylenenler garip hissetmeme neden olmuştu. Özellikle de beni savunan kişi Özgür olduğu için. Derin bir nefes alarak kollarımı sarmaşıklardan kurtardım. Ve kendimi ayağa kaldırdım. Enerjim azda olsa bayılacak gibi hissetmiyordum. Paytak adımlarımla Özgür'ün yanına gittim ve kafasını başka tarafa çevirmiş Welkorot'a baktım. Pişman mıydı? Belki evet. Ama artık eskisi gibi olamayacağımızı biliyordum. Bir dostumu gözlerimin önünde kaybetmiştim. Yine de onu seviyordum, bir aptal gibi. Özgür'ün kolunu tutarak onu bırakmasını sağladım ve tam olarak karşısında durdum. Bana bakmıyordu. Göğüs kafesi hızla inip kalkıyordu.
"Welkorot." dedim kısık sesimle. "Bana bak. Bana bak ve düşündüklerini yüzüme karşı söyle. En azından bunu yap."
Ama kafasını hala bana çevirmediği için çenesini tutmam gerekti. Soğuk teni parmaklarımım değdiği yerden ısınmaya başlamıştı. Koyu yeşil ıslak gözleriyle buluştuğumda içimdeki boşluk daha da büyüdü. Ve bir kara delik misali dünyamı yutmaya başladı. "Şimdi, gerçekten hissettiklerini söyle Welkorot."
"Bir şey hissetmiyorum Asya."
"Yalan söylemeyi bırak. Bana öyle bakmayı bırak! Kimsenin söyledikleri umurumda değil Welkorot. Ama sen.. Sen benim ciddi anlamda değer verdiğim kişiydin. Evet onu istedim. Ve bunun için ölmekte istedim. Ama karşı koyamıyordum. Lanet adama karşı koyamıyordum. Beni kendine bağlamıştı. Büyüler hakkında bir fikrim yok. Ve nasıl kurtulduğumu da bilmiyorum. Evet utanıyorum. Ama senden değil Welkorot. Ben seni seviyorum. Ve sen ne dersen de bunun değişmesini istemiyorum. Seninle olamam, bu seni sevmeme engel değil."
Yanaklarımdan süzülen yaşla onun gözlerine bakıyordum. Nasıl bilmiyorum. Ama ölüme her seferinde biraz daha yaklaşmak sanırım bana bazı şeyler yapıyordu. Ne zaman öleceğim belli değilken onun arkamdan söylediği son şeyin bu olmasını istemiyordum. Çenesindeki parmaklarıma değen ıslaklıkla gözlerimi kapattım ve başımı onun göğsüne yerleştirdim.
Ölüm beni kendine yaklaştırdıkça bilgeleştiriyordu.
"Özür dilerim." diye fısıldadım. "Özür dilerim." Kaskatı kesilmiş koklarını belime doladığında gülümseyerek ona daha da sokuldum. Beni bırakmasını istemiyordum. Onu kaybetmek istemiyordum.
...
Bazı şeyler sadece olur. Engelleyemezsiniz. Yapacağınız en iyi şey ayak uydurmaktır. Eğer takılıp düşerseniz, kalmanıza izin bile verilmez. Ezilirsiniz. Doğal seçilim mi? Belki... Ama artık koşmaktan yorulmuştum. Dinlenmek için kalabalıktan sıyrılmak isliyordum. Ama olmuyordu. Karanlık çökerken tekrar Raxanların üzerinde şehre inmiştik. Yanan boş bir bina dışında bir gariplik yoktu. Buraya gelmemizi isteyen ise babamdı. Bize iki mührün daha kırıldığını söyledi. Bu da geriye kalan yedi mühür demekti. Gün içinde iki tanesinin birden kırılması feci şekilde çuvalladığımızın göstergesiydi. Berbat durumdaydık. Ne bir mühür ne de Rüzgar'ı bulabilmiştik. Ve güç bakımından da sürünüyorduk. Melyn kendi Raman'ında zor duruyor etrafa boş gözlerle bakıyordu. Ben de ondan farksız sayılmazdım. Yaptığım büyü ve zehir enerjimi düşürmüştü. Panzehirin ise hala bir buz misali vücudumda dolaştığını hissediyordum. Geçtiği noktalar hala kendini yeniliyor gibiydi. Ve söylemeliyim ki, bu fazlasıyla acı veriyordu. Bir binanın önünde durduğumuzda en önde ilerleyen babama baktım. Boş bir binada ne işimiz vardı? Raxanımdan atlayarak yere indiğimde bir anlığını dengemi kaybettim. Ama yanı başımda duran Özgür düşmemi engelledi. Bana bu aralar bana fazla iyi davranmıyor muydu? Özellikle de onun hayatını kurtardığım için dilediği teşekkürün ardından. Tamam hayatını kurtarmıştım ama bu garipti. Bir süre sonra o da bunu fark etmiş gibi elini belimden çekerek kendini geri çekti.
"Kendi başına yürüyebilecek misin?" Diye ciddi tavrında sordu. Yaptıklarını istemsiz yaptığının farkına varmıştım.
Bu yüzden ona ters cevaplar vermeyi sürdürdüm. "Çocuk değilim." Ona bütün bunları yaptıran içinde dolandığını bildiğim benim enerjim bile olabilirdi. Beni gerçekten sevebileceğini düşünmüyordum.
"İyi." diyerek adımlarını hızlandırdı ve Dawson'nun yanına geçti. O ikisi konuşurken ben boş binaya baktım. Ve bahçenin içindeki korku filminden fırlamış gibi duran salıncağı görmemle yerime mıhlanmam bir oldu.
Burası bizim evimizdi. Yani babamın bizi terk etmeden önce yaşadığımız ev. Mutlu anılarımla dolu olan ev... Salıncağın etrafında koşuşturduğum anılar. Gözlerimi kapatarak tekrar açtım. Ama hayal değildi. Çocukluğumun anısının üzerinden fırtına geçmiş gibiydi. Gözlerimin doğduğunu hatta ağladığımı bile fark etmemiştim. Sadece bakıyordum, çünkü şu an bir filmmiş gibi geri sarıyordu. Kahkahalarımı duyabiliyordum. Sabahları babamın omzunda okula gidişimi hatırlıyordum. Neşeyle söylediğim şarkıların notalarını işitebiliyordum. Ve bunların bana hiç bir yararı yoktu. Hatırlamak sadece canımın daha çok yanmasına neden oluyordu. Omzuma dokunan güçlü bir eller gözlerimi kapattım ve derin bir nefes aldım.
"Zor olduğunu biliyorum." dedi. Sesi anılarımın içinde duyuluyordu. Benim ve Ece'nin gülüşlerimizin, babamın etrafında koşuşumuz. Daha sonra ise acıyla dolan hayatımızın. Gözyaşlarım babamın göğsünü ıslatırken söylediklerini dinliyordum.
"Biliyorum bir tanem. Ama gelmeliydik. Bir şey alman gerek. Tabii hala buradaysa..."
"Benim mi almam gerek? Ne alacağım?"
"Buraya gel." diyerek beni salıncağa doğru çekti. Bense hala tedirgindim. Arka tarafta Dawson kaşlarını çatmış bana bakıyordu. Welkorot en geride durmuş ellerini göğsünde birleştirmiş, babama bakıyordu. Hethon ise Melyn'nin koluna girmiş ve yorgun görünüyordu. Babam salıncağın demirini saplandığı kumdan adeta bir kahraman havasında çıkararak ters çevirdi. Soluk paslanmış borunun içinden küçük silindir bir şey düştü. Yere düşen gümüş silindiri alırken gülümsüyordu.
"Hala burada olduğunu biliyordum ufaklık."
Silindiri bana uzattı, bense hala tereddütle bakıyordum.
"Bu ne?"
"Sadece senin açabileceğin bir şey."
"Ne?"
"Hadi al ve aç Asya." elimdeki silindiri elime aldığımda sert görünen silindirin aslında sıvımsı bir halde olduğunu gördüm. Parmaklarım üzerinde kayıyordu. Aslında kaymaktan çok içine giriyorlardı. Soğuk nesnenin içindeki demir zincir parmaklarıma dolandığındı. Bir elimi geri çekerek avucumun içinde gümüş, parlak baklava dilimi şeklinde bir kolyenin düşmesine neden oldum. İçinde bir üçgen bulunuyordu. Üçgenin her kenarı bir renk almıştı. Mavi, mor ve kırmızı... Babama merakla baktığımda bana gülümsüyordu.
"Bu benim Kraliyet armam Asya. Ve artık senin... Aynı zamanda," Tam devam edecekti ki Özgür sözünü kesti. "Bir mühür! Boyutlar arası kapının müdürlerinden birisi."
Elimdeki kolyeye bakarak Özgür'e döndüm. Gözlerinde ufak bile olsa bir umut vardı artık.
Bir mühür işte bu iyi olabilirdi. Aslında iyiden de öte bir şey olurdu bizim için. Ama mührü koruyabilecek kadar güçlü kim vardı? Ben mi? Rüyamda bile karşı koyamadığım adamdan mührü saklayabilir miydim? Hiç sanmıyordum. Buradaki herhangi birisi benden güçlü durumda sayılmazdı. Belki babam? Onunda Lues'a karşı koyabileceğini düşünmüyordum açıkçası. Elimdeki madalyon parlamaya başladığında onu babama uzattım. "Bu senin." O ise kafasını olumsuz anlamda iki yana salladı.
"Arma onu taşıyacak kişiyi seçer Asya. O seni seçti. Artık mührün koruyucusu sensin." Isınan metal avuçlarımı yakıyordu. Benden istediği şeyin onu takmam olduğu açıktı.
"Ben mi? Olmaz, yani onu koruyamam. Belki Özgür?"
"Asya." dedi Özgür elimdekini alarak saçlarımı omzumda topladı ve kolyeyi boynuma taktı. "Bazı şeyleri kabullenmelisin." Sıcak nefesi soğuk havayı parçalayarak boynuma değiyordu. Zinciri düşündüğümden uzun olan kolye ceketimin fermuarına kadar iniyordu ve şimdi daha fazla parlamaya başlamıştı ve üç ışıkta patlayarak beyaz renge döndü.
"İçinde birçok ruhu taşıman garip... Normalde mavi parlamalıydı."
"Bu kötü mü?"
"Sanırım iyi."
Derin bir nefes aldım ve saçlarımı düzelttim. "Durun bir dakika! Her mühür bir arma mı demek?" Özgür eliyle kafasını kaşıyarak bana baktı. "Tam olarak her mühür değil. Krallığa layık olan her mühür demek daha doğru..."
"Yani Kral olanlar mı?"
"Hayır, çok uzun zaman önce kapı kapandığında Mühür on üç tane Kraliyet ailesine verildi. Her Kral kendi mührünü koruyacaktı. Ve mühürler onu koruyacak kişiyi seçer. Yani Kral'ı seçen kişi mühürdür." Ona boş boş baktım. Mühür beni bir Kral olarak mı seçmişti?
"On üç tane Kral mı var?" Diye sordum zihnimdeki soruların içinde en makul olanını.
"Sadece bir tane Asya... Ama evet... On üç tane Kraliyet ailesi var. Topluluklar gibi düşün."
"Senin de arman var mı?" Eliyle montunun altında gizlenen kolyesini çıkardı ve baş ve işaret parmağı arasında sıkıştırdı. Onun arması bendekinin aksine buz mavisi ışıkla parıldıyordu. "Ama bu bir mühür değil. Bu sadece Kraliyetten olduğumun bir göstergesi."
"Artık bir mührümüz olduğuna göre sırada ne var?" diye sordum. Dawson yanımıza gelerek Krilian'a başıyla selam verdi ve "Bu gece dinlensek iyi olur. Melyn iyi gözükmüyor. Asya'da öyle." Babam kafasını sallayarak içeriyi işaret etti. "Eminim boş bir yer bulabiliriz." Welkorot yanımdan geçerken göz ucuyla bana baktı. Aramızda soğuk şeyler vardı. Henüz eskisi gibi olmazdık. Ama ben bize inanıyordum. Özgür Melyn'nin koluna girerek içeriye yöneldi. Ben de arkalarından girdim. Asansör olmadığı için ilk kattaki bir daireye girdik. Melyn anında sızmıştı. Ben de uyumak istiyordum ama korkuyordum. Mutfakta taze bir şey yoktu. Sular bile çok az akıyordu. Ceketimi çıkararak yüzümü yıkadım ve yemek masasının yanına oturdum. Burada yaşayan insanlar kim bilir nasıl bir telaş içerisinde kaçmışlardı. Ne düşünmüşlerdi?
Bir süre sonra düşünmekten sıkılarak ayağa kalktım ve üç odalı evi gezmeye başladım. Kapısı süslü odaya girdiğimde elim kapı kolunda takılı kaldı. Burası bir bebek odasıydı. Tavan özenerek gökyüzüne boyanmıştı. Tozpembe duvarlara çiçekler çizilmişti. Süslü bir beşik cam kenarında duruyordu. Hemen başucunda oyuncaklarla dolu tavana asılmış bir sepet vardı. Gözlerim dolarken içeri doğru bir adım attım. Küçücük bir bebek... Daha ne olduğundan habersiz, savunmasız, korunmayı bekleyen bir can... Ve onu koruyacak olan bendim. Biran da dünyada bu şekilde kaç kişi olduğu geldi aklıma. Milyonlarca insan. Ve belki de şimdiye kadar çoktan ölen milyonlarcası. Onları kurtarmamı bekleyen milyonlarcası... Elime aldığım uzun kulaklı, yumuşacık tüyleri olan tavşanla beşiğin yanındaki sallanan sandalyeye oturdum. Bir yandan hafifçe sallanırken bir yandan tavşanın tüylerini okşuyordum. Kulağıma dolan çığlık seslerine engel olamıyordum. Ve en kötüsü de Glaciepagus'un yok olduğunda ölenlerin bağırışlarıydı. Yalvaranlar, her şey için beni suçlayanlar. Ölen yüzlerce bebek, anne, eş, koca... Acı çeken bedenler, buraya sıkışmak zorunda kalan milyarlarca uzaylı... İçlerindeki sinir. Hepsini hissedebiliyordum.
Hıçkırırken yaptığım tek şey ise ağlamaktı. Ağladıkça içimde biriken zehir akıyor gibiydi. Gözlerimi kapattığımda beliren bir iki süliyetle gözlerimi açtım. Ama görüntüler gitmemişti. Bir adam karnı burnuna gelmiş sarışın bir kadına arkadan sarılmış ve çenesini onun omzuna koymuştu. Aynı zamanda da karnındaki şişkinliği okşuyordu. Sarışın kadın kafasını geriye atarak içtenlikle gülümsedi.
"Hayatım mükemmel." dedi odanın karanlığında saçları koyu kahve görünen adam. "Sen ve kızım olduğu sürece hayatım mükemmel." Ayağa kalkarak pencereden dışarı bakan çiftin önüne geçtim. Mutluydular. Ama bir anda bağıran kadın yüzünden adamla birlikte telaş yaptım. Kadın karnını tutarak öne eğişmiş ve çığlıklar atıyordu. Adamda ne yapacağını bilmeden onu biraz önce benim oturduğum yere oturttu.
"Gül bana bak. Bana bak iyi misin? Ne oldu? Sancın mı başladı? İyi misin?"
Kadın sadece onun elini tutarak inledi. "Can! CAN ONA BİR ŞEY OLUYOR!" Adam talaşla yanıma geldi ve beni kolumdan yakaladı. Gözlerinde nefret vardı. Kahverengi gözleri içime işliyordu.
"Kızımı rahat bırak! Bizi rahat bırak! Hepsi senin suçun... Ölmen gerekiyordu. Ölmen gerekiyordu. Yaşaman ve senin yüzünden ölenler senin suçun! Kızımı benden alamazsın!" Beni geri ittiğinde popom beşiğe çarptı ve beşiğin içindeki kanı gördüm. Yorganın hepsi kan kaplıydı. Akan gözyaşlarımla oradan uzaklaşmak istedim her şeyden uzaklaşmam gerekiyordu. Ama duvara asılı aynadan görüntümle yerime zımbalamadım. Astrid benim yansımam olarak bana bakıyordu.
"Onu hala kurtarabilirsin. Asya zamanı geldi doğru kararı vermen gerek. Fedakarlık mı bencillik mi?" Ayna çatladığında içinden siyah bir sıvı akmaya başladı. Görüntü bulanıklaştı ve silindi.
Sallanan sandalyeden bir anda sıçrayınca popom soğuk zeminle buluştu elimde hala sıkıca kavradığım tavşan vardı. Bacaklarımı kendime çekerek nefes almaya çalıştım ama olmuyordu. Biraz daha sakinleşince tavşanı yere bırakarak ayağa kalktım. Kapıyı açtığımda yüzüme çarpan soğuk rüzgarla tekrar popomun üzerine düştüm. Kapının devamı uçurumdu. Dikkatlice kapıyı örttüm ve arkamı döndüm. Lues benim kalktığım yerde geriye yaslanmış sırıtıyordu.
"Bir yere mi gidiyorsun sevgilim?" Ağzımdan çıkan küfrü umursamadan kafamı başka yöne çevirdim. Üstünde sadece kot pantolonuyla oturan adama bakmak istemiyordum.
"Benden uzak dur." diye fısıldadım. Bu ise onun kahkaha atmasına neden oldu.
"İstediğini alamadığını sanıyordum. Uyumanı iple çektim Asya." O konuşurken kendimi çıplak gibi hissettiğim için ellerimi bedenime sardım ve boş duvara bakmayı sürdürdüm. Kendimden beklediğimden daha fazla direnç göstererek konuşmaya başladım.
"Eğer bunu tekrar yaşarsam, uyumaktansa kendimi öldüreceğim." dedim dişlerimin arasından.
"Bunları söylerken gözlerime bakmanı isterim Asya. Eğer gerçekten istemediğine emin olursam seni bırakacağım." Gözlerimi kapatarak nefes aldım. Ona bakarak nefes bile alamayacakken onu istemediğimi söylemek imkansız gibiydi. Bunu o da biliyordu. Tırnaklarımı avuçlarıma geçirirken bedenimi kastım. "Seni istemiyorum. Yaptığın nasıl bir büyüyse karşı koyamıyorum." Sallanan sandalyenin hareket ettiğini işittiğimde ayağa kalktığını anladım. Ve bir adım geri atıp kapıya yaklaştım. Onunla tekrar birlikte olmaktansa uçurumdan atlardım. Acı daha fazla ne kadar artabilirdi ki sanki?
"Sana büyü yapmadım Asya." dedi. "Ve arkanı kollayan cesetlere güvenmemelisin. Gerçekten ölü birisinin seni kontrol altında tutmama engel olabileceğini düşünüyor olamazsın." Şaşkınca dediklerini süzdüm. Ölüler mi? Raydn! Şimdiye kadar çoktan yorum yapması gerekiyordu. Aptal olduğumu yüzüme vurması gerekiyordu ama ses yoktu? Uyandığımdan beri yoktu? Etrafta tuhaf hareketliliği yoktu. Benim yüzünden başına bir şey mi gelmişti?
Beni bu kadar sevdiğini bilmiyordum. dedi yorgun bir fısıltıdan bile daha kısık sesi. Derin bir nefes alarak onu görmek için gözlerimi küçük odada dolandırdım ama görüntüsü yoktu. Enerjisi o kadar silikti. Konuşmaya başladım
'İyi misin?'
Bir ölüye göre mi? Mükemmel ötesi.
'Neredeydin?'
Bir kaç büyü öğrendim. dedi tekrar yorgun bir sesle Ve onu uzak tutacak pek bir şey bulamadım ama seni uyandırmak için bir iki şey biliyorum.
Kafamı sallayarak kapıyla bütünleştim. Lues'in yavaş adımlarla bana yaklaştığını biliyordum.
'Pekala parlak zeka büyüleri biran önce söylesen iyi edersin'
Daha sonra ise gittiğini hissettim gerçekten de gitmişti Lues onu engelleyebilecek kadar güçlüydü. Son çare olarak Lues'e baktım ve hızla kapıyı açtım. En fazla yüksek bir uçurum... Ve kimse rüyasında ölmez. Bendeki bu şansla bir ilkini yaşama olasılığım yüksekti. O bana bakarken topuklarım eşikte duruyordu.
"Sakın Asya." Konuşma tonu tehdit içerikliydi. Ama kendimi tekrar ona düşüremezdim. Onun yerine kendimi soğuk rüzgara bıraktım. Düşmek ve soğuğu içimde hissetmek iyiydi.
Sallanan sandalyeden bir anda sıçrayınca popom soğuk zeminle buluştu elimde hala sıkıca kavradığım tavşan vardı. Bacaklarımı kendime çekerek nefes almaya çalıştım ama olmuyordu. Düşerken hissettiğim şey hala midemi bulandırıyordu. Kendimi kusacak gibi hissediyordum. Tutunarak ayağa kalktığımda tavşanı sandalyeye bıraktım. Ama arkamdan gelen kalın sesle vücudum titremeye başladı.
"Beni dinlememenin cezasını çekeceksin." Lues karşı duvara yaslanmış bana bakıyordu. Bu sefer biraz öncesinin aksine giyinikti. Siyah bir takım elbise siyah gömleği ve siyah kravatıyla bir iş adamını andırıyordu. Eliyle kravatını çıkarırken bana bakıyordu. Bense kafamı eğerek ellerime bakıyordum. Korkuyordum. İlk önce kravatını sonra ceketini çıkardı ve gömleğinin kollarını katlamaya başladı.
"Ben istemediğim sürece kimse kaçamaz."
Ellerimi birbirine kenetleyerek kendimi kastım. Bana ne yapacaktı? Daha kötüsü ben ona neler yapacaktım? İsteyerek ya da değil sonuçta böyle bir şeyin olabilme ihtimali beni korkutuyordu. Ceketini beşiğin üzerine fırlatarak derin bir nefes aldı.
"Geçen gün gitmene izin vermiştim Asya. Ama bu tekrar olmayacak."
Elini yan taraftaki komedine uzatarak oraya yönlendi.
"Öldüğünde kurtulabilecek misin? Eğer buna inanıyorsan denemene izin veriyorum." Elini ince bir bıçak alarak bana doğru fırlattı. Son saniye sola kayarak arkamdaki duvara saplanan bıçağa baktım.
"Al onu!" dedi bir yandan elleriyle başka şeylerle uğraşıyordu. Onu kızdırmak hiç işime gelmeyeceğinden bıçağı elime aldım ve incelemeye başladım. İnce işlemelere sahipti.
"Şimdi onu şah damarına sapla."
Ağzımdan çıkan bir hah sesiyle kaşlarımı havaya kaldırdım.
"Beni duydun Asya. Tekrar ettirme." Bıçağı kaldırarak önüme baktım. Hayır! O istediği için bir şey yapmayacaktım.
Elimdeki bıçağı hızla kavrayarak ona doğru fırlattım. Ama eliyle kendine doğru gelen bıçağı yakaladı. Ve yüzüne piç bir sırıtış yayıldı.
"Gerçekten mi? Zor mu olmasını istiyorsun?"
Bıçağı masaya bırakarak eline başka bir şey aldı ve yanıma doğru bir adım attı.
"Bu kadar hırçın bir kız olman hoşuma gidiyor. Ama bir daha sana bir şey söylediğimde yapacaksın."
"İddiaya var mısın?" diye sordum. Evet belki kaşınıyordum ama onun karşısında güçsüz durduğum her an benim üzerimdeki gücü artıyordu. Ben ona karşı koyamadıkça o benden daha çok yararlanacaktı.
Üzerime doğru attığı adımlarla içten içe titrememe neden oluyordu. Ama bedenim hareket etmiyordu. Tek bir duygu bile vermek istemiyordum. Bu sefer güçsüz olan olmayacaktım.
Olamazdım.
"İddia demek." dedi fısıltıyla. Nefesleri dudaklarımı okşuyordu. Bedeni ve bedenim arasında 10 santimden az vardı. Onu istiyordum. Onu her şeyiyle istiyorum. Ama ona direnmeliydim. Eğer ona ucuz bir rüyada bile karşı koyamıyorsam koskoca gezegeni nasıl kurtaracaktım.?
"Eğer çok istiyorsan iddiaya girebiliriz. Eğer sen kazanırsan bundan sonra rüyalarına gelmeyeceğim ama ben kazanırsam, her şeyinle benim olacaksın. Ve ben sadece rüyalarla yetinmeyeceğim." Kendinden emin konuşuşu bu ideayı kazanma olasılığını yok ediyordu. Ama başka seçeneğim de yoktu. Bu şekilde düşük bile olsa bir ihtimalim olurdu. Kafamı sallayarak ellerime bakmayı sürdürdüm o ise elini kaldırdı ve çenemi tuttu.
"Bana karşı koyabilecek misin? Daha bana bakmaya bile dayanamazken nasıl olacakta bana karşı geleceksin Asya?"
Gözlerimi kırpıştırarak açtım ve onun mavinin derinliğini içeren gözlerine diktim.
"Bunu göreceğiz." dedim inatla. Sesim o kadar kısık çıkmasa inandırıcı da olabilirdi belki. Bunu o da fark etmiş olmalı ki sırıtarak çenemdeki elini saçlarıma geçirdi. Ve sertçe çekti. Ağzımdan çıkmaya yeltenen inlememi tutarak gözlerimi kıstım ve ona bakmayı sürdürdüm.
"Seninle istediğim her şeyi yapabilirim Asya. Buna kendini alıştırmalısın. Ama şimdi biraz önceki hatanın cezasını çekeceksin." Saçlarımdaki elini daha da sertleştirirken diğer elimi kavradı ve içine bıraktığı soğuk metali hissettim. Elimi hala bırakmamıştı. Kendiyle birlikte hareket ettirirken elimdeki bıçağı kendime sürtmüş oluyordum. En son boynuma gelen soğuk metale elimi ittirmek istedim ama kımıldatamıyordum. Aksine boynumdan aşağıya yol alan sıcak sıvıyı hissediyordum.
Gözlerimi kapatarak gülümsedim. Acı umurumda değildi. Ve bir anda sıcak kanımla zıtlık yaratan bıçağın damarımı deşerek bedenime girdiğini hissetmemle çığlık attım.
Sallanan sandalyeden bir anda sıçrayınca popom soğuk zeminle buluştu elimde hala sıkıca kavradığım tavşan vardı. Bacaklarımı kendime çekerek nefes almaya çalıştım ama olmuyordu. Lanet olası gerçekten daha net hissettiğim acıyı yok saymaya çalışırken elimi boynuma, tam olarak nabzımın üzerine bastırdım.
"Piç herif." diye söylenerek ayağa kalkarken arkamdan gelen sesli kıkırdamayla tekrar popomun üzerine düştüm.
"Arkamdan bunları söylüyorsun demek."
Gözlerimi kapatarak bir nefes aldım. Ve ayağa kalktım. "Evet. Devamı da var. Senden nefret ediyorum. Piçin tekisin sen. Kendine güveni olmayan ezik birisin." Tabii bunları ona arkam dönükken söylüyordum. Ama bir anda belime sıkıca sarılan kollar yüzünden titremeye başladım.
Belimdeki sert parmakları karnıma doğru yol izlerken sıcak ama içimi donduran nefesini boynumda hissediyordum.
"Gitmene izin vereceğimi düşünmüş olamazsın."
"Düşündüm." diye fısıldadım. "Bırak gideyim artık." Ama o sadece beni kendine daha çok çekti.
"Bunun için ideayı kazanmalısın Asya. Sana yapacaklarım karşısında tepkisiz kalabilirsen özgür olacaksın." Eli karnımdan kasıklarıma inmişti ve beni kendine sanki mümkünmüş gibi daha da bastırmıştı. Derin bir nefesle gözyaşlarıma izin verdim. Ona karşı gelmem imkansızdı.
"Beni iğrendiriyorsun." dedim dişlerimi sıkarak.
"Söyleyeceğin her kelime aleyhine işliyor Asya." dedi ve belimden kavradığı eliyle beni duvara yasladı. "Ağzını sadece inlemek için kullan."
Dudaklarını kulağımın arkasında dokundurmadan gezdirerek titrememe neden oldu. Ben onun karşısında asla güçlü duramazdım. Ve ben bu savaşı kazanamazdım. Bedenini kasıklarıma yasladığında artık inlemelerimi tutamazdım. Zaten öyle de oldu. Ağzımdan çıkan kısık inlemeyle birlikte onu geriye doğru ittim. Öncekilerden daha güçlü bir itişti bu. Belki de en güçlüsüydü. Acı ve nefret doluydu. Nefes alışlarım hızlanmış ve kalbim göğüs kafesime baskı yapıyordu.
"Yeter." diye fısıldadım ağlarken. "Yeter bırak beni!" Ama beni bırakmadı. Eliyle iki büklüm olmuş bedenimi havaya kaldırdı ve sertçe duvara fırlattı. Ani tepkisi yüzünden kafamı koruyamamış ve hızla çarpıştım. Görüntü bulanıklaşırken bana yaklaşan onun ayaklarını görüyordum. Saçımdan kavrayarak ayağa kalkmamı sağladı ve daha kalın bir sesle konuştu.
"İddiayı kaybettin küçük kız. Ve artık her şeyinle benimsin."
Bu sefer beni daha önce varlığından haberdar olmadığım kanepeye doğru itti. Korkan bedenim titriyordu. Bana doğru yaklaşırken gözlerimi kapattım ve tüm olanları sindirmeye çalıştım. Ama ayaklarıma çarpan ıslaklıkla göz kapaklarım tekrar açıldı. Odanın içi su ile doluyordu. Tavandan, camın olduğu yerden hızla su doluyordu. Dizlerime gelen suya baktığımda Lues'ın da bir aylığına şaşkın bakışlarını yakaladım. Sonra kendi kendine sırıttı.
"Demek öyle, o halde bu seferlik gitmene izin veriyorum. Ama unutma Asya iddiayı kaybettin." Sonra sinirle gerilmiş bedeni silikleşti ve yok oldu. O sırada su boynuma kadar dolmuştu. Kanepenin üzerine çıkarak kendime alan oluşturdum. Ama su çok hızlı doluyordu.
Artık bir alan kalmadığında son aldığım nefesi ciğerlerime depo ederek suyun altına girdim. Ama bu bana sadece iki dakika vermişti. Daha sonra suyun genzimi yakarak ciğerlerime doluşunu hissettim. Birkaç dakika sonra ise artık bir şey hissetmiyordum.
Gözlerimi açtığımda kendimi öne atarak öksürmeye ve öğürmeye başladım. Ciğerlerim hala dolu ve gerçekçi ıslaklık hala yanı başımdaydı. Islak olmamın nedeni vardı. Bu sefer gerçekten de ıslaktım. Ya da iyice kafayı yiyordum. Sesler ve görüntüler beynim tarafından yeni yeni algılanıyordu.
"Asya! Asya nefes al. İşte böyle, nefes almaya devam et." Babamın sesi uğultuyla karışık duyuluyordu. Ama nefes almaya başlamıştım. Ciğerlerim nefes aldıkça yanıyordu. Bir süre sonra ise küvetin içinde olduğumu fark ettim. Buz gibi su vücudumu sarmalamıştı. Tıpkı rüyamdaki gibi...
Küvetin yanlarına tutunarak kendimi dışarıya doğru çektim. Ve birisi de bana koltuk altlarımdan tutarak destek oldu. Şimdi banyonun fayanslarında yana dönmüş öksürerek uzanıyordum. Birisi ise ritmik bir şekilde saçlarımı okşuyordu.
Nefes alışlarım daha düzenli bir hal aldıktan sonra oturur hala gelebilmiştim.
"İyi misin?" diye sordu Melyn. Sadece kafamı salladım. "Beni boğduğunuz için teşekkürler." Sesim bok gibi çıkıyordu.
O da gülümseyerek yanıma oturdu ve küçük bir çocukmuşum gibi saçlarımın üzerini karıştırdı.
"Hadi yine iyisin. Bu gün de ölmedin Asya. Aşama katediyorsun." Kafamı sallarken boynumu tuttum ve ovaladım.
"Uyandırma servisi gibisiniz Melyn cidden. En azından tekrar tekrar ölmekten kurtuldum."
"Ne görüyordun Asya?" diye sordu babam.
"Lues'in beni tekrar tekrar öldürmesi dışında mı? Sanırım burada yaşayan çiftleri gördüm. Bebeklerine bir şey oluyordu." Cevap verdikten sonra ayağa kalktım ve arkada bana endişeyle bakan Welkorot'la karşılaştım. Gerçekten endişeli duruyordu. Yorgun adımlarımla ilerledim ve yatak odası olduğunu düşündüğüm odaya girdim. Gardıroptan kendime uygun sıcak tutacak şeyler seçtikten sonra saçıma da bir havlu sarıp salona geçtim.
Hemen hemen herkes bir koltuğa oturmuş adeta beni bekliyordu. Babam ve Dawson yanlarında değildi. Büyük ihtimalle nöbet tutacaklardı. Ben de sessizce ilerleyerek tekli koltuğa oturdum. Bacaklarımı kendime çekerek derin nefeslerime devam ettim. Benim konuşmamı bekliyorlardı ama konuşmaya başlamayacaktım. Soğuktan kızarmış ve buz tutmuş ellerimi bacaklarımın arasına alarak kendimi ısıtmaya çalıştım. Hala titrediğime emindim. Welkorot karşımdaki koltuktan kalkarak yanıma geldi ve üzerindeki montu çıkardı. Üzerime örteceğini düşünürken aksine koltuğun yanına çıkardığı montu bırakarak beni kendine çekti. Tekli koltukta birbirimize sokularak oturduk. Sıcak vücuduyla temas ettiğimde kalbimin atışlarına izin verdim. Bu istemsiz bir şey değildi. Lues 'da olandan farklıydı. Bu his tatlı bir telaş gibiydi. Beni iyice kucağına çekip montu sırtıma örtüğünde kafamı göğsüne bıraktım. Huzurluydum. Ellerimi kendi avucunun içine aldı ve ısıtmaya başladı. Diğer eli ise sırtımı okşuyordu.
Ama bana söylediği sözler, bana yapacağı şeyler aklıma geldi. Bana olan aşağılayıcı bakışları... Kollarının arasında gerilen bedenim üzerine kulaklarıma doğru "Özür dilerim..." diye fısıldadı. "Söylediğim, yaptığım her şey için özür dilerim. Sana beni affetmeni söyleyemem. Gözüm dönmüştü Asya. Senin başka biriyle olduğun düşüncesi... Dayanabileceğim bir şey değildi." Sesimi çıkarmadım çünkü ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Sadece beni rahatlatmasına izin verdim. Gözlerim kapandığında aklıma bana nefretle bakan koyu kahve saçlı adam geliyordu. Ve kalbimi sıkıştıran hisle gözlerimi geri açıyordum. Isınan vücudum uyumak istiyordu. Ama izin vermezdim. Vermemeliydim. Çünkü bu sefer ölsem bile Lues'dan kurtulabileceğimi düşünmüyordum. Kafamı biraz kaldırarak doğruldum ve Welkorot'un kucağından kalkmadan diğerlerine baktım.
"Siz dinlenin. Nöbeti ben tutarım. Zaten bir daha uyuyabileceğimi sanmıyorum." Ayağa kalkınca üşüsem de çaktırmadan kapıya yöneldim. Welkorot'a peşimden geldi. Tam o sırada içeri Dawson ve babam girdi.
"Dışarısı temiz." dedi. Dawson. Sabaha kadar dinlenelim sonra devam ederiz." Kafamı hafifçe salladım.
"Nöbeti ben tutarım. Siz dinlenin." Sonra mutfağa bıraktığım ceketi giyerek kendimi soğuk havanın kollarına bıraktım. Ayaklarım otomatik olarak eski salıncağa gitti. Kırılmış, paslanmış, tıpkı benim gibi solmuş bir salıncak. İçimdeki çocukta onunla birlikte yıpranmış ve ölmüştü. Banklardan birisine oturarak kollarımı bacaklarıma sardım. Boktan hayatımın hiçbir değeri yoktu. Berbat bir durumdaydım. Ve iddiayı kaybetmiştim. Lues'in bana yapabileceklerini düşünmek istemesem de bedenim bunları hissedercesine titremeye başladı. O sırada belime sarılan kollar beni göğsüne yasladı. Ağladığımın farkında bile değildim ama düşen gözyaşlarım soğuk havayı daha çok hissetmeme neden oluyordu. Welkorot bir süre sakinleşmemi bekledikten sonra beni geri çekti ve gözlerimin içine baktı. Karanlık gecede kopkoyu gözüken gözleri onunla ilk karşılaştığım anıları canlandırıyordu. Bana nefretle bakışı. Astrid deyişi. Sanki imkanı olsa işkencelerle öldürecek olması. Daha sonra ise o gece söylediği sözler yankılanıyordu kulaklarımda. İğrenerek bağırması. Ve tüm bunlar daha çok hıçkırmama neden oluyordu. Onu seviyordum. Ama sevdiğim herkes kalbimi parçalamaktan çekinmiyordu. Değer veriyordum ama onlar benim verdiğim değeri buruşturup çöpe atıyordu. Ama hala neden onların iyiliğini düşündüğümü anlayamıyordum. Ne olursa olsun kalbimden geçen şey kötü olmuyordu. Öldürmek, intikam almak, işkence etmek benim tanımlarım değildi. İyi ya da kötü ama ne olursa olsun değişebileceklerine inanıyordum. Hethon gibi, Melyn gibi. Biliyordum ki şu an onlara güvenebilirdim. Biliyordum ki onlar için artık değer kazanmıştım. Zor olsa da artık böyleydi. Welkorot'un gittikçe yaklaşan yüzüne baktığımda gözlerimden bir kaç damla daha aktı ve kendimi geri çektim. Onu affetmek için hazır değildim. Affetsem bile onunla böyle bir şey yaşayamazdım. Duygusal olarak ona çok değer versem bile bu aşk değildi. "Yapamam." Diye fısıldayarak ayağa kalktım.
Zaten peşimden gelmedi. Sadece eğilerek başını ellerinin arasına sıkıştırdı. Ben de Raxanların yanına gittim. Gözüme artık tatlı köpekler gibi görünen hayvanların en küçüğünün başını okşayarak burnuna bir öpücük bıraktım. Karşılık olarak gözlerini kapattı ve başını biraz daha eğdi. Birkaç adım daha attım ve ıssız sokakta dolanmaya başladım. Bunca insanın nereye kaybolduğunu merak ediyordum. Nerede saklandıklarını ya da tüm dünyanın bunlar karşısında neler yaptığını. Adım atarken fark ettiğim gariplikle durdum. Adım attığım halde ilerleyemiyordum. Yani yanımda duran bina benimle birlikte ilerliyor gibiydi. Ya da aya baktığınızda nereye giderseniz gidin aynı uzaklıkta olmanız gibi. Nefes alışlarım hızlanırken etrafıma bakındım. Karanlığın içinde ileride duran sokak lambası cızırdayan sarı ışıkla yandığında hızlanan nefeslerim durmuştu.
"Gerçekten mi sevgilim, bu kadar erken gitmene izin vereceğimi düşünmüş olamazsın. Kandırması çok kolay birisin."
Lues yarım ağız gülerek bana bakıyordu. Elinde parlayan metal savrulduğunda havayı bile yok ederek beni buldu. Boğazımdan geçip giden soğuk metalle dizlerimin üzerine düştüm. Ellerim parçalanan derimi tutuyordu. Birkaç saniye içersinde ise her şey son bulmuştu.
Sallanan sandalyeden bir anda sıçrayınca popom soğuk zeminle buluştu elimde hala sıkıca kavradığım tavşan vardı. Bacaklarımı kendime çekerek nefes almaya çalıştım ama olmuyordu. Lanet olası gerçekten daha net hissettiğim acıyı yok saymaya çalışırken elimi boynuma, tam olarak nabzımın üzerine bastırdım.
Bir iki üç... tekrar ve tekrar aynı şeyler olmaya devam etti. Acı o kadar gerçekçi olmaya başlamıştı ki kaç kere öldüğümü bile unutmuştum. Ama hala lanet olası adamın kölesi durumundaydım. Güçlü falan değildim artık. Yalvarır durumdaydım. Her seferinde gerçekten ölmek için yalvarır olmuştum ama ölmüyordum işte. Metal masaya bağlı elimi çekiştirerek dişlerimi sıktım
"Yeter artık. Lütfen.. Bırak beni, eğlendiğin kadar eğlendin. Çektiğim kadar acı çektim lütfen." Ama bana acımasızca bakan adamda hiç bir tepki yoktu. Artık gözlerinde gördüğüm arzu da yoktu. Bana dokunmamıştı, yani o manada dokunmamıştı sadece işkence ediyordu. Bunun için minnet duymam gerekse bile olmuyordu. Çünkü şuan da midemde bir avuç dolusu çivi vardı. Ve midem sindirmeye çalıştıkça asidin vücuduma yayıldığını hissediyordum. Öksürürken inleyerek ona baktım. "Lütfen."
Bilmem kaç keresinde olduğu gibi sol tarafımdaki kırmızı deri koltuğa oturmuş benim acı içinde kıvranışlarımı izliyordu. Ve ben sonunda öldüğümde yeniden ve yeniden işkencelerine devam edecekti. Gözlerimi kapatarak o son acının gelmesini bekledim. Babam bunu seneler boyunca yaşamıştı. Bense hemen hemen 10 saattir buradaydım. Acı dalgasıyla ellerimi sıkı sıkıya tutan paslı tellere aldırmadan kendimi kastım.
"Ne istiyorsun? Benden ne istiyorsun!" Cevap vermedi bunun yerine kafasını yana yatırarak çıplak vücuduma bakmayı sürdürdü. Beni taciz ediyor olsa bu kadar kötü hissetmezdim sanırım. Ama böylesine aciz bir durumda olmak beni yıpratıyordu. Gözlerimi kapatarak nefes aldım. Ölmemeliyim. Eğer ölürsem yeni işkenceler daha acılı olacaktı dayanmalıydım. Ellerimi serbest bıraktım. Kendime doğru çekmeye çalıştığım bacaklarımı uzatarak acıyı azaltmayı denedim. Kendi kendime söylediğim tek bir şey vardı.
Bu sadece bir rüya. Bu sadece bir rüya...
Bana gerçekte zarar vermiyor, sadece bir rüya.
Kendime bunu inandırabilirsem belki de çıkmak için bir yol bulabilirdim. Bu sadece bir rüya. Bedenime sıkı sıkı bağlı teller aslında yoktu. Acı aslında yoktu. Derin bir nefes daha aldım ve acının olmadığını hayal etmeye çalıştım ama birden bedenimi saran acıyla çığlık attım.
"İyi deneme Asya. Ama benim iznim olmadan buradan çıkamayacaksın." Evet bu sadece bir rüya ama onun rüyası. Ve bu kuralları feci derecede değiştiriyordu. Sinirle soludum en azından saatlerdir konuşmayan adamı konuşturmayı başarmıştım.
"Benden ne istiyorsun?"
"Sende bana ait olan birçok şey var Asya. Bunları göremiyor olman, senin benim olduğun gerçeğini değiştirmez."
"Mührü mü istiyorsun?"
"Asya. Gerçekten çok safsın istediğim zaman nelere sahip olabileceğimi öğrenmiş olman gerekirdi. Sen mührü zaten bana getireceksin. İstediğim şey çok daha büyük bir şey. Yıllar önce benden çaldığın bir şey. Ve bana ihanet edilmesine göz yumamam."
"Ne dediğini bilmiyorum. İstediğin şey mühür değilse ne? Yeter artık sadece beni bırakmanı istiyorum."
Ayağa kalkarak hiç acele etmeden yavaş adımları ile yanıma geldi. Eli külotumun lastiğinin etrafında dolandıktan sonra yukarı doğru çıktı. "Sana işkence etmiyorum Asya. Sadece deneme yapıyorum. En fazla ne kadar dayanabileceğini öğrenmek istiyorum."
"Bu ne işine yarayacak?"
"Tahmin edebileceğinden daha fazla işime yarayacak şimdi güçlü ol ve acıya direnmeyi dene. Onca güce rağmen bir Glacier kadar direnç gösterememen içler acısı doğrusu! Babanın ölüm için yalvarması 3 yılımı almıştı sense sadece 5 saat direnebildin."
Dişlerimi sıkarak kafamı ona doğru çevirdim tekrar deri koltuğuna geçmiş bacağını diğerinin üzerine atmıştı. "Senden iğreniyorum." dedim. "Ve yemin ederim ki ölmeden önce göreceğin son yüz benimki olacak!"
Sallanan sandalyeden bir anda sıçrayınca popom soğuk zeminle buluştu elimde hala sıkıca kavradığım tavşan vardı. Yine ve yine ölmediğimin ya da rüyadan çıkamadığımın farkındaydım. Artık hissediyordum. Zamanın aslında akmadığını, nefes almama bile gerek olmadığını biliyordum. Aslında burada olmadığımı bedenime çarpan soğukluğun gerçek bedeniden kaynaklandığını biliyordum. Artık bu eski sallanan sandalyede değildim. Bedenimi saran güçlü kolları hissedebiliyordum. Adım attığında sarsılan zeminin başımı döndürmesini algılıyordum ama nasıl uyanacağımı çözememiştim. Tekrar derin bir nefes aldım ve ayağa kalktım. Her ne kadar sandalyede uyansam da artık o küçük çocuk odasında değildim. Küçük bir yerdi burası ve duvarlar aynayla çevriliydi adım atacak yerim bile yoktu. Elimi uzatarak sonsuz görüntüme parmağımı uzattım. Bedenim güçsüz görünüyordu, evet. Ama bakışlarım duygusuz bir katile aittiler. Acının neler yapabileceğine şaşırırdınız. Bazı koşulların sizi dönüştüreceği şeyden korkardınız. Karşıda duran yansımama baktıkça güç ve nefretle doluyordum. Duygularım intikamla köreliyordu. Yumruk yaptığım elimi hızla aynaya geçirdim. Küçük bir çatlak büyüyerek zemine ulaştı.
"Gerçek değil!" diye bağıdım. "Hiçbiri gerçek değil! UYANACAĞIM!" Daha sert vurduğumda kırılan camın arkasından esinti gelmeye başladı. Ve sıcak kum taneleri ayaklarıma doldu. Bir kaç adımla dışarı çıktığımda dalga sesleri ile o yönde ilerledim. Sahilin kenarında sarışın bir kadın dalgın dalgın ileriye bakıyordu. Yanına yaklaşırken onun annem olduğunu biliyordum.
"Ne kadar acıttığını biliyor musun Asya? Senin yüzünden ne kadar çok acı çektiğimi..." Elimi uzatarak ona sarılmak istedim ama uzattığı ellerim sadece içinden kayıp gitmişti. Annem beni görmüyordu zaten. Elini karnına yerleştirmiş kendi kendine konuşuyordu. "Bunu hak etmedim."
Sonra yüksek bir dalga beni yutarak başka bir kıyıya sürükledi. Kum tanelerini tükürürken artık kumsalda değildim. Karanlık ve soğuk bir odada ayağa kalkmaya çalışıyordum. Odanın içindeki tek ışık kaynağına ilerlerken kanlar içinde yatan babamı gördüm. Elini yarasına bastırmış acıyla inliyordu. Yardım etmek istedim ama annemde olduğu gibi elim yine içinden geçip gitmişti.
"O senden nefret ederken neden onu koruduğunu anlamıyorum." Şues'in babama karşı çıkan sesi sert ve acımasızdı.
"Çünkü o benim kızım, piç kurusu! Ve senin kıçına tekmeyi basacağında korkuyorsun. Onu bulamayacaksın! Ama zamanı geldiğinde o seni bulacak!" Sonra etrafım tekrar karardı. Işık ya da acı beklerken silah sesiyle ellerimi kulaklarıma bastırdım. Etrafımdaki insanlarla birlikte koşmaya başladım. Güneş tepede parlarken herkes çığlıklar içinde kaçıyordu. Savaş uçakları zemine o kadar yakın uçuyordu ki içiniz titriyordu. Yan tarafımızdaki bir bina yanmaya başladığında bir kadının acı dolu feryatlarını duydum.
"YARDIM EDİN! BEBEĞİM İÇERİDE LÜTFEN! LÜTFEN YARDIM EDİN!" Koşarak yanan binaya girdiğimde odanın köşesine sıkışmış battaniyeye sarılı iki yaşlarındaki küçük kız çocuğunu gördüm. Ağlayarak annesine bağırıyordu. Kucağıma almak istedim ama ellerim işe yaramıyordu. Var olan şeylerin arasında bir toz zerreciği kadar etkim yoktu. Ama bütün olanların sebebi bendim. Büyük dolap onun üzerine düştüğünde acıyla bağırdım. Onun acı çığlıklarından daha çok bağırdım, onu duymak istemeyerek bağırdım. Yanan teninin kokusunu almak istemedim. Ve sonra alevler her yeri sardı. Işık karanlığa ve ardından da Lues'a dönüştü.
Aklımdan küçük çocuğu beni görmüşçesine yardım isteyen bakışlarını silemiyordum. Lues karşımda durmuş bana bakıyordu. Tepkisiz ve acımasız bir şekilde...
"Yardım et, lütfen." Korkuyla benden yardım isteyenlerin sesini duyuyordum.
"Kabul et Asya." dedi Lues. "Sen çoktan kaybettin. Elinden her şeyini aldım. Artık pes et." Ona gözlerimi kısarak baktım. Çığlıklar çok yüksek sesliydi.
"Asla! Ölümün benim elimden olacak Lues. Bunca masuma zarar vermenin acısını yaşayacaksın. Seni kendi ellerimle geberteceğim. Ve bundan önce ölmek için bana yalvaracaksın." Sözlerim karşısında bana bakarak güldü.
"Gördüklerin yeterli gelmedi sanırım Asya. Ne kadar zayıf olduğunu sana ispatlayabilirim." Ellerimi yumruk yaparak ona baktım.
"Beni neden istediğini biliyorum Lues." Dedim. "Çünkü şimdiye kadar tanıdığın herkesin arasından seni yenebilecek tek kişi benim. Ve emin ol bu çok yakın zamanda olacak." Ona bakmayı sürdürdüm. Taktığı lacivert kravatın sıkıldığını hissediyordum. Onun etrafındaki oksijen azalıyordu. Basınç arıyordu. Ve o bu basınç altında eziliyordu. Damarlarında dolanan kan çekiliyordu. Kalbi bir iki atıştan sonra artık atmıyordu. Dizlerinin üzerine düşüp bana son kez bakıyordu ve silikleşiyordu. Düşündüklerim bir bir gerçekleşirken bana olan sinirini görebiliyordum. O yok oluyordu, ve kabusum da son buluyordu. Eğer rüyanın sahibini öldürmeyi başarırsam kurtulmak için hala bir şansım olabilirdi.
Kurtulmak ve kurtarmak için son şansım buydu. Uyanmak!
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Avaritia
Fantasyİçini ısıtan hayaller mi yoksa canını acıtan gerçekler mi deseniz... Bir hayale kapılıp gitmek için her şeyi yapardım; ama o hayalin asla gerçekleşmeyeceğini bilmek işte asıl canımı yakan şey. Varsın yaksın, acının gerçekliğiyle ayaktayım şuan.Ama a...