Yazım yanlışım varsa affola...
Öğrendiğim şeyler benimiçin ağırdı. Yapmam gereken öndemli şeyler vardı. Ve bunu onlar için istemiyordum. Kendi ırkım insanlardı. Uzaylı saçmalığı umurumda değildi artık. Ama bütün bu saçmalıklar olması gereken en önemli şeyi yok etmek üzereydi. Onlar benim Dünyamı sürgün edilecek bir yer olarak görseler bile insanlık onlardan daha iyisini hak ediyordu. Sevdiğim herkesin ölümü ile sonuçlanabilecek savaş çoktan başlamıştı. Durdurmak ise gerçek anlamda bana kalmıştı. Kendi intikamım ile birlikte Asrid'in intikamını da almalıydım.
Sığınak olarak kullandıkları yerden çıktığımızda üzerimdeki ceketime şükrettim. Tüm vücudum donmuştu. Ellerimi birbirine sürterek etrafıma baktım. Ana caddede normalde yan taraflarda park halinde ya da yolda olması gereken araçlar hurdalıkta gibi her yana dağılmıştı. Bazıları ters dönmüş bazıları ikiye ayrılmıştı. Hızla yağan kar araçların üzerinde birikmişti. Binaların eski halinden eser yoktu. Çoğunun çatısı kopmuş yola düşmüştü. Parçalanmış cam parçaları her yerdeydi. Ve karla karışık parçalar her adımda sinir bozucu bir ses çıkarıyorlardı. Bunlar yetmezmiş gibi duvarlarda kocaman pençe izleri vardı. Benim boyumdan yukarıdaydılar. Eğer bunları yapan bilmem ne köpekleri ise... Boyutlarını düşünmek istemiyordum. Gözlerimin gerçeği gösterdiğini bilmesem bir filmin ortasına olduğumu düşünebilirdim.
Yürümeye devam ettikçe sokağa dökülen şeyler daha da ilginçleşiyordu. Ağzı açık bir buzdolabı, yan tarafta eskiden bir bara ait olan tabureler, patlamış televizyon, küçük bir kız çocuğunun bacağı kopmuş kirden sararmış ayıcığı...
En önde yürüyen Hethon'na baktım. Grubun başında, elinde susturucu takılı bir silahla yürüyordu. Çelik yelek yerine eski roma zırhlarından birini giymişti. Giydiği şeyin onu zorlamadığı açıkça belliydi. Belindeki kemerin yanında ise iki tane kılıç takılıydı. Aynı zamanda sol omzunda ise sırt çantası takılıydı. Onu bu şekilde gören birisinin ne düşüneceği faili meçhuldü. Günümüzün yıllar öncesine uyarlanmış bir savaş ekibiydik. Gerçi 20 kişilik silahlı bir grubu görseler ne derlerdi bilmiyorum. Belki de onları polis olduğumuza inandırabilirdik. Roma zırhları giymiş polisler. Çünkü çoğu kişi çelik yeleği tercih etmemişti. Ama ben o kendimden ağır şeyle asla yürüyemezdim. Onlan son şeylerin ardından daha da fazla kilo vermiştim. Artık vücudum sadece kemiklerden ibaret gibiydi. Bu yüzden sırt çantamı doldurmuş deri ceketimin altına çelik yeleği giymiştim. Ama burada yaşayan tek bir insan bile görmeyeceğimizden emindim. Elimde diğerlerinkinden küçük bir silah vardı. Ve belimde yine Welkorot'un benim için seçtiği kılıç asılıydı. Onun elinde ise kalın bir pala duruyordu. Temkinli ve kısa adımlarla ilerliyorduk. Ayağımdaki çizmeler dizimin üzerine kadar geliyorlardı. İyi ki geliyorlardı çünkü kar oldukça yükselmişti ve hala da yağıyordu. Aynı zamanda güçlü esen rüzgar yürüyüşümüze engeldi. Etrafıma bakınarak ilerlemeye devam ettim. Ama tehlikeli bir şey görünmüyordu. Etraftaki tek ses esen rüzgarın sesiydi.
Ne olursa olsun düşündüğümden daha rahat bir şekilde ilerliyorduk. Etrafınızda her hangi bir varlık yoktu. Bu sinir bozucu bir rahatlıktı. Tabii ki bu da vermiş olduğum erken kararlardan birisiydi.
Arka tarafımızdan gelen kükremeye benzer sesle donup kalmıştım
Köpekler havlamaz mıydı?
Grubun yarısı arkasını dönmüş yarısı karşıdan gelebilecek saldırılara odaklanmıştı. Geniş bir çember oluşturulmuştu ama ben ve Welkorot bu çemberin ortasında kalmıştık. Çünkü ben biraz ilerimizdeki devasa köpeklere bakmaktan ne yapacağımı idrak edememiştim.
Yaklaşık iki metre boyundaydılar. Ve koca ağızlarında çıkan kristal köpek dişleri kolum kadar vardı. Vücutlarının hepsini kaplayan gece kadar koyu lacivert kıllar ve buz mavisi cam gibi gözleriyle içimi donduruyorlardı. Karşımda duran ikisi kuyruklarını sallayarak ön iki bacağının üzerine eğilmişlerdi. Kuyrukları... Lacivert tüylerle başlamış ama uç kısımlarına doğru kristalleşmişti. Ve tam ucundaki sivri çıkıklıklarla vücudunuzu ikiye ayırabilirlerdi. Karşımda durmuş gözlerini direkt olarak bana diken iki köpeğe baktım. Tabi bunlara köpek denebilirse...
Kimseden çıt çıkmıyordu. Herkes bir köpeğe odaklanmıştı, kılıçları havada gelecek hamleyi bekliyordu. Welkorot palasını kaldırarak yanımda yavaşça hareket etti. Bir süre sonra kafamı eğip, elimdeki küçük silaha baktım. Ama gümüş onları öldürebilen tek şeydi. Bu yüzden silahımın yanında kılıcımı daha kılıfından çıkarıp kavradım.
Ama ben kılıcı kullanmayı bilmiyordum. Onu geçtim bu incecik kılıçla karşımdaki devasa yaratıkları öldürebilmem mucize olurdu. Tek sorun bu da değildi. Bütün körpekler en leziz köpek mamasıymışım gibi bana odaklanmıştı.
Aynı an da üzerimize doğru atlayan köpeklerle çığlık attım. Önümde duran kızıl kısa saçlı kadın hiç düşünmeden bize yaklaşan bir köpeğe saldırıya geçmişti. Yanındaki iri kıyım adamda ona yardım etti. Kızıl saçlı dikkat dağıtırken adam köpeğin sırtına binerek boğazını kesmişti.
Tamam tamam... Sakinim... Sakinim... Ölmeyeceğim...
En azından biri gitti daha fazlası kaldımıştı.
Etrafımda kimse kalmamıştı. Hepsi bir köpekle boğuşuyordu. Bense hala kılıcıma sıkıca sarılmış olanları izliyordum. Ama yaşadığım şok bir süre sonra acı dolu çığlıkla dindi. Sol tarafımdan gelen kadının sesi beni kendime getirmişti. Diğerlerinden daha büyük gözüken bir köpek sarışın bir kadını ağzına almış ve duvara fırlatmıştı. Daha çok tükürmüştü de denebilir. Adımlarımı hızlandırarak oraya doğru koştum. Elimdeki silahı doğrultarak ateş ettim. Ama mermiler cici köpekten sekerek yere düştü. Karlı zemin ise köpeğin burnundan verdiği sinirli havayla donmuştu. Ellerim silahtan çok çabuk vazgeçti yerine kılıcımı tutmaya odaklandı. Sonra geriye doğru koşmaya başladım ama kaçarak kurtulmam imkansızdı. Köpeğin nefesini hissedebiliyordum. Ve mama olmama saniyeler kalmıştı. Bir anda deli cesaretiyle kendimi karların arasına attım ve kafamı bacaklarımın arasına çektim. Kocaman bir şey pençelerini bana sürterek üzerimden atladı. Ben de fırsatı değerlendirerek doğruldum ve onun sırtına çıktım. Bir elimle lacivert tüylerine yolarcasına tutunurken diğer elimdeki kılıcı kaldırdım ve hızla köpeğin sırtına sapladım. Kükreme eşliğinde debelenerek beni sırtından attı. Neyse ki karlar vardı ve sert bir düşüş yapmamıştım. Ama başımdaki hiç dinmeyen ağrı artmıştı.
Başımı tutarak ayağa kalktım. Benim uslu köpeğim ise şaşkın ve sersemlemişti ama hala sinirli gözlerle bana bakıyordu. Ve elimde hiç bir şeyim kalmamıştı. O bana doğru koşarken hızla sırt çantamı çıkardım. Elime ilk geçen şeyi kaldırarak bana daha da yaklaşan köpeğe baktım. Arka bacaklarını germiş ve üzerime atlamaya hazırlanmıştı. Ben de onun gibi kendimi gererek yerde takla attım ve altına girdim. Elimdeki gümüş palayı ise tahminimce kalbinin olduğu yere salladım ve çektim. Üzerime yığılırken can havliyle kendimi yana attım. Üstüm garip sıvıya bulanmıştı. Kan gibi değildi. Daha çok sülüğümsüydü ve mavi renkteydi. Ve yakıcı derecede soğuktu. Ellerimi kara silerek doğruldum. Etrafımda çok fazla kişi kalmamıştı. Bazıları kanlar içinde yerdeydi. Bazıları ise yorgun yorgun hala savaşıyorlardı. En azından bir işe yaradığımı düşünüyordum. Tek başıma bir köpeği devirmiştim. Benim için büyük başarıydı.
Hiç düşünmeden yardıma ihtiyacı olduğunu düşündüğüm adama doğru koştum. Yerde kanlar içinde yatıyordu. Kasıklarından kaburgalarına kadar derin pençe izi vardı. Zırhının ön kısmı kopmuştu. Zırha bunlar olduysa benim çelik yeleğime hiç güvenim kalmamıştı. Nefes aldığında ciğerlerindeki hava kanı dışarı püskürtüyordu. Yüzümde oluşan kandamlalarına aldırmadan ellerimi adamın ciğerlerinin üzerine koydum. Kanamayı durdurmak imkansız gibiydi. Normal insanlar olsak kesinlikle ölmüş olurdu ama onlar normal değildi. Acıyla inlerken gözleri hala açıktı. Ve bana bakıyordu. Ellerimi daha çok bastırarak etrafıma bakındım. Yardım edecek kimse yoktu. Derin bir nefes alıp tekrar adama odaklandım.
"Se...seni iyileştireceğim." diye fısıldadım. Bu halde bir de ölümcül köpeklerin dikkatini çekmek istemezdim. Tam enerjimi ellerime gönderiyordum ki adam sol elini zorla kaldırarak benim elimin üzerine koydu. Bana destek olmaktan çok elimi itiyor gibiydi.
"İste.. Mi.. y..." Ama ağzından tükürdüğü kanla sustu.
"Ölmek mi istiyorsun?!" diye fısıldadım dişlerimin arasından.
"Yardı..mını.. istemi..yorum." dedi gözlerini kapatırken. Ellerimin altında çok azda olsa inip kalkan göğsü durmuştu. Daha sonra o da olmadı. Dizlerimin üzerinde doğrulup cansız bedene bakarken farklı bir şey oldu. Adını bilmediğim kişinin saçları zemindeki toz olmuş kar gibi dökülmeye başladı. Sonra Yırtılmış kıyafetlerinin altındaki kanlı bedenine baktım. Oda tıpkı saçları gibi silikleşiyordu. Ya da toza dönüp esen rüzgara karışıyordu. Bir süre sonra önümde sadece kanlı kıyafetler vardı. Ellerimi pantolonuma silerek ayağa kalktım ve yere bıraktığım palayı elime aldım. Sol tarafıma baktığımda karlar arasında duran bir kaç boş kıyafet daha gördüm. Demek enerjilerini yitirmeleri buna sebep oluyorlardu.
Azalan köpek sayısına rağmen bizim sayımızda azalmıştı. Welkorot ileride iki köpekle birden cebelleşiyordu. Dawson'nun yaralıları arka tarafa taşıdığını gördüm. Melyn ve Özgür'den ise ses seda yoktu. Elimdekini sıkarak Welkorot'un yanına gittim. Oldukça yorgun görünüyordu. Ne yapacağımı bilmeden önümdeki kapağı açık buzdolabının kapağını kapattım ve üzerine çıktım. Welkrot'un sert bir pençe yemiş geriye savrulmuştu. Önemli bir şeyi yoktu. Ama ona ayağa kalkabilmesi için zaman kazandırmalıydım.
"Hey! Küçük kuçukuçular!" diye bağırdım. İkisi de aynı anda bana döndü. Neyse ki birisinin sağ arka bacağı kopmuştu. Diğerinin ise sol gözünde minik bir bıçak duruyordu. Bıçağın yanından sümüğümsün mavi sıvı akıyordu. Buzdolabının yanında duran sanırım sağa sola devrilen arabaların birine ait olan levyeyi alarak en uzak köşeye fırlattım.
"YAKALA!" Sol gözü olmayan anlık bir tereddütten sonra levyenin peşine takıldı. Onlara köpek demelerinin bir nedeni olmalıydı. Bunu fırsat bilerek buzdolabının üzerinden atladım. Sakat ve dikkati dağılan köpeğe palamı sallayarak kafasının Welkorot'un ayaklarının dibine yuvarlısını izledim. Bense gövdesinden fışkıran sümük içinde kalmıştım. Ayrıca buz gibi sıvı iliklerime işliyordu.
Diğer köpekçik arkadaşının feryadıyla levyeyi bırakıp bana döndü.
Ona yapabileceğim en cesur bakışı attım. Ama çokta korktuğunu söyleyemem.
Diğerleri gibi direk saldırıya geçmedi. Yavaş bir şekilde yaklaştı. Ve etrafımda dönmeye başladı. Gözlerimi onun buz tutmuş gözünden ayırmadan iki elimle kavradığım palayı daha da sıktım. Benim iki katım uzunluğundaki kuyruğunu kaldırarak hızla bir hamle yaptı. Ama son dakika üzerinden atlayabilmiştim. Dengemi sağlamaya çalışırken palayı tutan elim gevşemişti. İkinci hamle de ise karların içine yuvarlandı. Silahım olmadığı için kaçmaya başlamıştım. Ama akıllı köpek sahibini bırakmadı. Peşimden dalga geçer gibi yavaş adımlarla geliyordu. Duvarın dibinde sıkıştığımda sağıma soluma bakındım. Ama her zamanki gibi tek başıma ve çaresizdim. Karşımda ön bacakları üzerine eğilmiş korkutucu köpek duruyordu. Arkamda ise her şeye rağmen sapasağlam bir duvar.
Parlayan dişlerini gösteren köpeğe bakmak istemiyordum ama gözlerim oraya kayıyor, canımın ne kadar acıyabileceğini hesaplıyordu. Kükreme eşliğinde kuyruğunu kaldırdı ve hızla karların arasına sapladı. Kuyruğunun ucundan başlayan don yayıldı ve beni buldu. Kara saplı bacaklarımı hareket ettiremez oldum. İçimde uzun zamandır yandığını düşündüğüm damarlarımdaki kan donmanın eşiğine geldi. Titreyen ellerimi havaya kaldırmak istedim ama tek yaptığım yerimde öylece durmaktı. Hırlayan köpekkuyruğunu tekrar kaldırdı. Ama rüzgarda yankılanan 'fıışt' sesiyle kristal kuyruğu yere düştü. Arkada ayakta zar zor duran Welkrot'u gördüm. Üzerimdeki donma etkisi biraz olsun azalmıştı. Kollarımı hareket ettirebiliyordum ama bacaklarım için aynı şeyi söyleyemezdim.
Köpek Welkorot'a doğru hızla hamle yapınca Welkorot eğilmeden önce bana küçük bir bıçak attı. Sonra koşabildiği kadar hızlı bir şekilde uzaklaştı. Ama topallıyordu. Attığı bıçakla bacaklarımı saran buzu parçalamaya başladım. Bir süre sonra özgürdüm. Welkorot yere düşmüştü. Ve ona yaklaşan köpeğe sinirle bakıyordu. Bu bakışı biliyordum. Öleceksem de sende benle geleceksin diyordu. Welkrot'un ölmesi... Buna izin veremezdim. Bilmiyorum ona zarar gelmesi düşüncesi içimi parçalıyordu. O beni önemseyebilen tek kişiydi. İyi bir dosttu. Ona doğru koşarken ayağıma takılan şeye baktım. Bir mızrak mı?! Bunu kim getirmişti?! Ucunda parlayan gümüşe baktım ve düşünmeden elime aldım. İyi bir nişancı değilimdir. Özellikle dart oyununda rezaletim. Ama bu tek şansımdı. Köpek Welkorot'u bacağından ısırarak duvara fırlatmıştı. Daha fazla dayanamadan mızrağı kaldırdım ve hızla köpeğe doğru attım. Welkorot'un üzerine atlamak üzere olan köpeğin arkasından içine giren mızrak ucu diğer taraftan çıkacak kadar saplandı. Sonra büyük cüssenin yere serilişini izledim. Sanırım başka köpek kalmamıştı zaten etrafta kimse de yoktu. Welkrot'un yanına giderek bacağına baktım. Gerçekten berbattı. Dizinin eklemi görünüyordu ve alt kısmının arkasındaki et kopmuştu. Elimi uzattığımda acıyla inledi.
"Kendini iyileştirsene." dedim. Kendimi ağlamamak için zor tutuyordum.
"O kadar enerjim kalmadı." dedi dişlerini sıkarak. Ellerini avucumun arasına alarak ona ve sert suratına baktım. Daha sonra bir elimle bacağının kalan kısmını tuttum. Bu sefer çığlık attı. Gözümden bir damla yaş düştü. Enerjiye odaklanarak onun iyileşmesini sağladım. Ama yorulmuştum. Olması gerekenden çok daha fazla yorulmuştum. Onun yaslandığı duvarın bir kenarına da kendimi bırakarak gözlerimi zar zor açık tuttum.
"Rexan zehri." dedi. Yüzünde acının azaldığını bildiren rahatlama vardı. "İyileştirmesi zordur." Kafamı sallayarak birkaç saniye daha bekledim. Enerjimi gerçekten çok fazla harcamak zorunda kalmıştım. Ancak burada kaldığımız sürede onu iyileştiremin anlamı olmayacaktı. İkimizin daha sonra ölmesi için onu iyileştirmediğim için zar zor ayağa kalktım. Ve onu da tutatak kaldırdım. Ama ikimizde ayakta duramıyorduk. Derin nefeslerle Dawson'nun biraz önce yaralıları taşıdığını gördüğüm yere doğru ilerledik. Kapıdan geçtiğimizde neredeyse herkes baygındı. Dawson odanın ortasına yüz üstü düşmüştü. Meyn de aynı durumda yaralı birisinin yanında baygındı. Onların yaraları iyileştirirken bayılmışlarını tahmin ediyordum çünkü bende bayılmak üzereydim. Welkrot'u bırakarak içeridekileri kontrol ettim. İyilerdi. Sadece bayılmışlardı. Geri döndüğümde Welkorot'unda bayıldığını gördüm. 12 kişi kalmıştık. Ama Özgür yoktu. Onun öldüğünü düşünmek istemiyordum. Bir şekilde geri döneceğine emindim. Bazılarının hala yaraları vardı. Onların yanına gidip iyileştirdim. Enerjimi tüketmemeliydim. Bu yüzden basit yaralara karışmadım. İçerideki dolapları karıştırarak işime yarayabilecek birkaç poşet buldum, içerini karla doldurarak yaralarına pansuman yaptım. Daha sonra Welkorot'un elindeki kılıcı alarak dışarı çıktım. Yürürken yalpalanıyordum.
Özgür'ün ölmemesi gerekiyordu. İçlerinde bedenlerin olmadığı kıyafetleri incelerken onun armasının olup olmadığını incelemeye çalışıyordum. Gerçekten yok olmuş olabilir miydi? Rüzgar'ı yenmek için ona ihtiyacımız vardı. Bir Kral olmadan savaşamazdık. Bitik vücudumla karların üzerinde ayaklarımı sürürken nedenin yine de sadece bunlar olmadığını bilsem de kendimi bu yalana inandırmak istedim. Ardından yüksek sesli bir inleme duydum. Başka bir yaralı? Yaşıyor muydu?
Elimdeki tek güvencemi daha sıkı kavrayarak sese yöneldim. Ses sokağın arkasındaki büyük çöp tenekesinin arkasından geliyordu. Çöp tenekesinin yan tarafında şimdiye kadar gördüklerimin en büyüğü olduğuna karar verdiğim çirkin köpek duruyordu. Kılıca sarılarak ilerledim. İçimden bir ses hala uyanabilir diyordu. Ama bunu umursayamadan önce üçüncü adımımda Özgür'ün kan içindeki bedenini gördüm. Ve nasıl olduğunu anlamasamda bedenim köpeği umursamadı. Sadece onun yaayıp yaşamadığı ile ilgilendi. Dikkatle yanına gittim. Mavi gözleri hala açıktı ve kaburgalarının arasına girmiş zırhını tutuyordu. Elimdeki kılıcı yana bırakarak ona yardım ettim. İyileştirebilmem için zırhını saplandığı yerden çıktarmam gerekiyordu. Ama bunu yaptığımda kan daha da arttı. Elimi yaraya bastırırken başka yarası olup olmadığına bakıyordum. Bacağında maviye bulanmış bir yara vardı. Sanırım zehir ilerlemişti. Onu iyileştirmek istediğim de gözlerime bakarak fısıldarcasına konuştu.
"Ar... kanda." Şoku atlatamadan yere bıraktığım kılıcı kavradım ve arkamı döndüm. Köpek düşündüğümden daha yakındı. Kocaman ağzı beş karış mesafedeydi. O bir kolumu yakaladığında diğer elimdeki kılıcı çenesinin altında sapladım ağzından üste çenesine geçen kılıca baktım. Sonra kılıcı çekip koca kulaklarının hizasından kafasının içine soktum. Düşerken açılan çenesinden çektiğim kolum kan içerisindeydi. Zehri vücuduma anında yayılmaya başlamıştı. Gözlerimi kapatmadan etrafı kolaçan ettim. Başka tehlike yoktu. Ama ölümümüz kesinleşmişti. Özgür'ün gözleri benim gibi kapanmak üzereydi. Dizlerimin üzerinde onun yanına çöktüm. Sağlam kolumla yanağını tokatlayarak onu bana bakmaya zorladım.
"Özgür? Özgür... Bana bak ve ölme tamam mı?!" Eğer kendimi ve onu iyileştirirsem ikimizde burada bayılıp kalacak ve yeni gelecek köpeklere yem olacaktık. Onu bırakırsam geri dönebilirdim. İçeri girdiğimde son enerjimi kendimi iyileştirmek için kullanabilirdim. O beni öldürmeye çalışsa ve hatta bir sefer bunu başarsa bile bunu ona yapamazdım. Bu yüzden hiçbir zaman onun kadar güçlü olamayacaktım. O amaçları uğruna sevdiği kişilerden vazgeçebilirken ben bunu hayatımın sonuna kadar asla öğrenemeyecektim. Ben sevdiği için gezegenini yok edebilen Rüzgar'a daha çok benziyordum.
"Git." diye fısıldadı yine. Ardından parlak gözleri kapandı ve gördüğüm adam gibi sarı kabusum olan saçları silikleşmeye başladı. Birkaç saniye içerisinde hayatımda hiç var olmamaış gibi toz bulutuna dönüşecek ve soğuk havaya karışacaktı. Kendime küfrederek sağlam ellerimi buz tutmuş, bana hiçbir zaman gerçekten değer vermeyecek olman kalbinin üzerine koydum.
"Seni ben öldüreceğim." Dedim yavaşça. Acılarımın artışına, onun içindeki zehrin benim damarlarıma akışını izledim. Tükenmiş enerjisinin yerine benim bedenimin onunla bir olmasına izin verdim. Ciğerlerine nefes, kalbine kan oldum. Benim enerjim tükenirken onun tekrar dönmesi için çabaadım. Karların beyazlığı tenimden yayılan parlaklığı daha da arttırıyordu. Eğer beyaz karlar olmasa karanlık içerisinde enerjim var bile olmayabilirdi. Soğuk enerjiyi yeniliyor, ikimize ortak bir hayat sağlıyordu. Işık yavaş yavaş sönerken dizlerimin üzerinden onun kucağına doğru devrildim. Benim elim gibi onun yaraları da yok olmuştu. Yaralar tam olarak iyileşmese bile artık yakıcı zehir yoktu. Gözlerimi kapatmadım. Kafamın altında kalan kalbi tekrar attığında baygın olan Özgür'ü içeri taşımalıydım. İkimizide de birkaç dakika izin verdim. Gözlerim sadece birkaç saniye kapandı. Titreme ile tekrar açtım gözlerimi. Ve eğer tekrar kapanırlarsa açılmayacaklarını biliyordum.
Yerde kullanabileceğim bir araba kapısını alarak Özgür'ün yanına sürükledim. Ve bunu yaklaşık on dakikada yapabilmitim. Tükenen bedenim çok yavaş hareket ediyordu. Zihnim bulanıktı. Ama pes edemezdim. Daha sonra Özgür'ün ağır bedenini zorla üzerine yatırdım. Onu iterken dengenin kaybolması ve yere düşüşüm her şeyi daha da zorluyordu. Zorla ayağa kalkarak kapıyı ardımdan sürüklemeye başladım. Kapıya kadar direndim. Neyse ki kar bu sefer işime yaramıştı. Kapıdan içeri girdiğimde daha önce görmediğim bir şeye takıldı bulanık gözlerim. Kapını önüne bir şey çizilmişti. Bunun bizi koruyan bir büyü olduğu açıktı. Bu sınırı geçtiğimde gözlerim daha fazla dayanamadı, ellerim Özgür'ün yattığı kapıyı tutarak odanın ortasına yüzükoyun düştüm.
...
Belki de her şey başladığı yerde bitecekti ama nerede başlamıştı? Sonunda ne olacaktı? Ölümün her geçen gün bana doğru yaklaştığını biliyordum bunu o karar net hissediyordum ki umut yoktu. Benim için değil. Tükenmişlik tüm bedenimi ele geçirmişti. Yapabildiğim tek şey belki de yürümeye devam etmekti. Titreyen bacaklarımın üzerinde doğrularak etrafıma baktım. Tek başıma değildim birisi benim kolumu tutmuş ayakta durmama yardım ediyordu.
Annem.
O güzel kahverengi gözleri sulanmıştı ve şimdiye kadar gördüğüm en çökmüş halindeydi. Bu ölü bedenine en yakın haliydi. Gözleri şişmiş kızarmış gözaltı torbaları belirginleşmişti. Yaptığı makyaj ağlamaktan akmıştı ama hala bana gülümsüyordu. Kırgın bir gülümsemeydi bu.
"Astrid bana bak!" annemin sözleriyle sol elimi kaldırıp saçma sapan bakmaya başladım. Yine mi Astrid'tim? Ama benimkinden çok daha güzel şekilli parmakları bunun kanıtıydı.
"Şu arkadaşını bir an önce bulalım sen iyi değilsin." Kafamı salladım. Ve bir süre daha ilerledik.
"Funda?"
"Efendim?"
"Bu çocuğunu öldürebilir bunu biliyorsun. Yapmak istemiyorum."
"Biliyorum Astrid ama o zaten ölecek. Ona tek başıma bakamam. İstemiyorum." Annemin sözleriyle sadece ona baktım. Belki de ben sandığım kişi değildim. Yani bunca problem bir şey için olmalıydı. Ben belki de bir büyü sonucu doğmuştum. Kirli bir depoya girdiğimizde annem kolumu bırakarak beni duvarın yanına oturtturdu. Artık gerçekten de tükenmiştim. Bunların nedeni ise neredeyse enerjimin tümüyle karnımdaki çocuğun yaşamasını sağlamaktı. Bunu hissedebiliyordum. Astrid kızı için savaşıyordu. Benim annem ise benden çoktan vazgeçmişti. Deponun içi bir yanıp bir sönen gıcık florasan lambayla aydınlandığında gözlerimi kıstım. Karanlık benim bir parçam olmuşken ışıktan nefret ediyordum.
"Astrid." dedi karşımda duran sarışın adam. Korkutucu bir yüzü vardı. Sol gözünün altından giydiği gömleğin yakasına kadar derin bir kesik vardı. Ve nedense kesiğin kıyafetlerinin içinden devam ettiğini biliyordum. Sanki onu ikiye bölmüşler gibi. Bunun Lues olduğu çok açıktı ama güçlü büyücü yarasını neden iyileştirmemişti?
"Sevgili dostum. Görüşmeyeli uzun zaman oldu." Yanıma gelip önümde çömeldi ve omuzlarım sıktı.
"İyi görünmüyorsun Asrid. Yoksa hasta mısın?"
Dişlerimin arasından resmen tısladım. "Kapa çeneni Lues! Büyüyü yapabilir misin onu söyle." Elini karnının üzerine koyarak sinsi gülüşüne devam etti.
"Astrid aynı senin gibi bir kızının olması çok hoş."
Derin bir kahkahadan sonra ayağa kalktı ve anneme doğru ilerledi. Elini karnının üzerine koyduğunda çığlık atmak istedim ama yapamadım.
"Ah evet." diye fısıldadı Lues. "Bu iki hırçın kız birbirlerine benziyorlar. Büyü işe yarayacaktır ama bir sorun var."
"Ne?"
"Uzun zamandır sürgündeyim Astrid. Çok uzun zaman... Çok fazla şey yaşadım ve artık enerjim tükenmek üzere. Normal bir insana dönüşüyorum." Konuşurken yüzünün sert hatları hiç değişmiyordu.
"Yani?" dedi Astrid. Düşündüğümden çok daha güçlü ve çok daha zeki birisiydi Astrid. Ve bir zamanlar tıpkı benim gibi iyiliğe odaklıydı. Kötülük kanına sonradan bulaştırılmıştı.
"Benimle enerjini paylaş. Bende büyüyü yapayım." Tekrar yanıma gelmişti. Gözlerindeki sinsi bakış geri gelmişti.
"Efsanedeki enerjiye sahip olduğunu biliyorum küçük kızım. Bana yardım et. Ben de sana ve çocuğuna yardım edeyim." Elini kalbimin üzerine yerleştirdiğinde Astrid'in kızı için her şeyi yapacağını biliyordum.
...
Yattığım yerden yavaşça doğruldum. Kafamın altına bir mont katlanıp koyulmuş. Üstüme de aynı şekilde siyah büyük bir mont örtülmüştü. Sol tarafta parçalanmış pencerelerden giren ışığa baktım. Ancak sola dönmem ile kolumdaki sızı dikkatimi çekti. Kızarıklık ve morluk içindeydi. Derimin rengi eskisinden daha koyu görünüyordu. Köpekler... Evet en son onlarla savaşıyordum. Ve elimi saçlarıma geçirdiğimde kurumuş mavi kabuk şeklindeki şeyi çekerek baktım. Bu iğrenç yaratıkların iğrenç kanıydı. Daha sonra gözlerimi ışıktan çekerek odanın içindeki diğerlerinde gezindirdim. Çok fazla kişi yoktu. Olan kişilerde ayakta çantaların içindeki malzemelerle uğraşıyorlardı. Üzerimdeki montun altından çıktığımda ister istemez titredim. Hava soğuktu. Daha sonra tartışan bir iki kişinin gerisinde Welkorot'u gördüm. Özgür'le hararetli bir tartışma içerisindeydiler ve diğerlerinin aksine ikisinin de montu yoktu. Yerdeki montları alarak onlara doğru ilerledim. Yanlarına yaklaştığımı hissettiklerinde ikisi de bana döndü. Welkorot minnetle gülümserken Özgür gözlerini kaçırmıştı. Welkorot Özgür'e döndü ve "Onunla konuşsan iyi olacak." dedi ve elimdeki montu alıp uzaklaştı. Bir süre daha Özgür'e baktığımda konuşmayınca ben sordum.
"Ne hakkında konuşacağız?"
Ellerine diktiği gözlerini kaldırarak bana baktı. Sonra sinirle elimdeki montu çekip üzerine giydi. Konuşmak zorunda kaldığı konuyu hiiç konuşmak istemiyor gibiydi.
"Herkesten daha çok uyudun." diye homurdandı. Bende tek kaşımı kaldırıp ona bakmayı sürdürdüm. Bu söylediğinin asıl söylmek istediği olmadığı açık ve netti. Dün hiç bir bilgim olmadan üç tane köpek öldürmüştüm. Üstüne üstlük Welkorot'u kurtarmıştım. Ama hala bana laf ediyordu. Sanırım Welkorot için kullandığım enerjiden sonrası yoktu. Yani bayılmış olmalıydım. Gözlerimi kısarak düşünmeye çalıştım. Görüntüler beynimde dolanıyordu ama net değildi. En son hatırladığım kolumdaki derin acıydı. Ve bir köpeğin daha çenesine soktuğum kılıçtı. Beynimi daha fazla zorlamak istemeyerek Özgür'e bakmaya devam ettim.
"Belki de bir aydır işkence görmemle ya da beni öldürmüş olmanla alakalıdır. Ah pardon. Çok düşüncesizim." Diyerek onun imasına karşılık verdim. Bana Rüzgar'ı hatırlatan gözleri bir anlığına kapanıp geri açıldı. Tam onu umursamayarak geri dönüyordum ki kolumdan tutarak beni kendine bakmaya zorladı.
"Asya... Aslında." İlk önce kolumu tutan eline daha sonra gözlerine baktım. Özgür düşündüğüm kadar kötü olmayabilirdi. O dışarıya her seferinde mantıklı ve olması gereken kişiyi gösteriyordu. Asıl olduğu kişinin gördüğüm kişi olduğunu düşünmüyordum. Hiç gerek olmamasına rağmen Astrid sadığı bedenimi öldürürken benden af dilemişti. Rüzgar'ın aksine onun gerisinde benim olduğumun farkındaydı. Sadece olması gereken bir Kral gibi sorumluluklarının getiridiği gereklilikleri yerine getiriyordu. "Aslında ne?"
"Ben aslında teşekkür ederim." dedi kısık bir sesle.
"Neden?" dedim şaşkınlığımı gizleyemeden.
"Gün gece hayatımı kurtardığın için. Bak hatırlamadığını biliyorum. Ben de hatırlamıyorum ama içimde dolaşan enerji sana ait. Bunu hissedebiliyorum. Yani düşündüğümden daha garip... Karmaşık ama bu sensin. Dün gece beni kurtardığın ortada... Özellikle de öldüğüm halde." Ona aptal aptal baktım.
"Özgür ne saçmalıyorsun?"
"Benim seni öldürmeme rağmen hayatımı kurtardın. Bunu kimse yapmaz. Ben sana, haksızlık ettim." Dedi hızlı hızlı. "Sen olmasaydın ölmüş olacağıma emindim." Aptal bakışlarım yerini alaya bıraktı. Bedenimi ona doğru döndürdüm. Onun yaptığını taklit ettim. Bundan sonra yapacağım her şey kıyameti durdurmak adına olacaktı.
"Emin ol mühürleri bulmak için en ufak bir şansımızın sen olduğunu bilmesem ölmüş olurdun Hethon. Bana öğrettiğiniz tek şey bu." Sonra arkamı dönüp ilerlemeye başladım. Artık ne ondan hoşlanabilirdim, ne de ona değer verebilirdim. Odanın diğer köşesinde duvara yaslamış gözleri kapalı Welkort'un yanına gittim. Onu taklit ederek popomu duvara yaslayıp gözlerimi kapattım.
"Senden özür diledi mi?" diye sordu. Ben de gülümseyerek yanıtladım. "Çok yaklaştı." Gözlerim hala kapalıydı ama onun yaslandığı duvardan ayrıldığını fark etmiştim. Daha sonra önümde ışığı kesen bir şey durdu. Ve gittikçe yaklaşmaya başladı. Gözlerimi aralayarak karşımdaki Welkrot'a baktım. Gözlerinin yeşili tekrar koyulaşmıştı. iki elini yanımdan duvara sabitleyerek yaklaşmaya devam etti. Bense sadece bakıyordum. Dudaklarımızın arasında santimler kala durdu. Onun yaptığı şeye engel olacaksam bunu tam olarak şimdi yapmalıydım.
"Teşekkür. ederim." diye fısıldadı duraksayarak. İlk karşılaştığımız zaman ki gibi konuşmuştu. Bana bu kadar yakın olmasa bir dostun samimiyeti içindeydi.
"Welkorot." diye fısıldadım. Ona bütün bunların olmaması gerektiğini anlatmalıydım. Elini kaldırarak toplu olan saçımı açtı ve parmaklarını arasına geçirdi. Saçımdaki kuruyan kanların bir kısmını alarak devam etti.
"Teşekkür ederim. Ölmeme izin vermeyecek kadar inatçı olduğun için. Ölmediğin için." Ben de gülümseyerek ona baktım. Benim aksime dün geceki gibi sümük kaplı değildi. Elini geri çekerken bedeni de geri çekildi. Derin bir nefes aldım. Onu kırmak istemiyordum.
"Sanırım yıkanmalısın." Dedi gülerek. Tekrar saçlarıma elini uzattı. Ancak ardından gelen Dawson'nun sesi ile duraksadı.
"Hey siz? Silahlanın yola çıkacağız."
Welkorot'tan uzaklaşıp silahların dizildiği masaya ilerlemek istesem de Welkorot kolumu tutup beni engelledi. Ona bakarken o Dawson'a bakıyordu.
"Yola akşam çıkacağız. Hem Asya'nın Rexan kanından arınması gerek." dedi ve beni odanın arka tarafındaki kapıdan çıkardı. Bir binanın arasına çıktığımızda Etrafımı inceleyemeden Welkorot sayesinde merdivenlerden yukarı çıktım. Başka bir odaya girdiğimizde kimse yoktu. Burası terk edilmiş bir evdi. Eşyalar her yere dağılmıştı ama kötü değildi. Kapı hala sağlamdı. Kapatarak beni içeri çekti. ilk basta banyonun önünde durduğumuzu fark edemedim çünkü içerisi darmadağınıktı. Duşa kabinin camı parçalanmış etrafa saçılmıştı. Gerçi yıkanılan yerde cam parçası yoktu. Birilerinin burayı daha önce kullandığı açıktı.
"Sıcak su yok. Ama idare et." Tam gidecekken tekrar dönerek bana baktı. "İstersen ben de gelebilirim." Bende ona bakarak güldüm.
"Yeni bir ilişki yaşayabilecek psikolojim yok maalesef. Yine de bir dosta her zaman ihtiyacım var." Onu kırmak istemiyordum. Tebessümüm ile kapıyı kapatmak için uzandığımda aslında kapının olmadığını fark ettim. Welkorot sesli bir kahkaha atarak kapının yanındaki duvara omzuna yasladı ve bana baktı.
"Yüreğin gerçekten çok saf ve temiz Asya. Onu kırmayacak birisini umarım bulabilirsin." dedi. Benim gibi içten bir tebessüme sahipti. Kafamı belli belirsiz salladım.
"Artık hayatıma birisini dahil edeceğimi sanmıyorum. Sevdiğim adamlar genellikle beni öldürme çabasına girişiyorlar." Dedim gülerek. "Yine de teşekkür ederim Welkorot. Dediğim gibi sen iyi bir dostsun benim için. En azından bir kişinin gerçekten beni önemsediğini bilmek güzel."
Kafasını sallayarak arkasını döndü. "Çıkmanı bekleyeceğim merak etme." Ben de ona güvenerek kafamı salladım.
Ortak alana geri döndüğümüz de çok daha rahatlamıştım. Su ne kadar dondurucu da olsa beni kendime getirmişti. Dünden kalan tükenmişlik azalmıştı.
Etraftakilerin bakışları arasından silahların yanına gittim. Welkorot da peşimden geliyordu tabi. Şuan etrafımdaki bakışlar hiç ama hiç umurumda değildi. Çoğunun aramızda bir şeyler olduğuna inandığına emindim. Welkorot eline ince bir kılıç alarak bana uzattı. "Bu senin için uygun." dedi bense kafamı iki yana salladım. "Hafif olunca elimden kayıyor. Bana senin ki gibi bir şey ver." dedim kararlılıkla. Bana bakıp sırıttı.
"Bu seni zorlar Asya." Ben de ona sırıttım. "Ben kesinlikle bir pala istiyorum." dedim. "Ayrıca silahlar hiçbir işe yaramadı. Onlardan istemiyorum. Bana işe yarar şeyler ver." Sesli bir kahkaha atarken bana değil masadakilere bakıyordu. "Silahlar hainler için. Onlara palayla saldırana kadar seni öldürürler." dedi.
"Hainler?"
"Lues'ın yanındakiler. Bizi engellemek için peşimize düşeceklerdir. Lues'ı sakın hafife alma." Kafamı iki yana salladım. "Welkorot sence Lues sürgün edileli ne kadar olmuştur?"
"Bilmiyorum Asya bu ben doğmadan önceydi."
"Sen kaç yaşındasın?"
"75." dedi sakin sakin. Bense gözlerimi pörtleterek ona baktım. "Şaka di mi?" kafasını hayır anlamında salladı. Gülümseyerek bana baktı. Ve bu aralar çok güldüğünü düşündüm. Tek gözünü kırparak "Evet tabii ki dedenin bu kadar ateşli olacağını sanmıyorum ama..." dedi dalgayla. Ben de omzuna vurup elime bir pala aldım. "Dedem yaşındakilerle arkadaş olmuyorum." Bir adım geri çekilerek bana gülümsedi. Tam bana cevap verecekti ki içeriye koşarak giren kısa saçlı kadınla hepimiz susup ona odaklandık.
"Bizi buldular. Buraya geliyorlar." diye bağırdı. Sonra olanlar ise tamimiyle doğaçlamaydı. Masadan olabildiğince silah alıp sırtıma bir çantayı geçirdim ve herkes gibi arka kapıdan koşarak çıktım. Saçlarım hala ıslaktı ve dışarının soğuğuyla çoktan kaskatı kesilmişti. Koşanların arasında Welkorot'la göz göze geldim. Sol elindeki küçük silahla arkasına iki el ateş etti. Patlayan mermilerin sesiyle kulaklarım uğuldadı. Zaten karın üzerinde zar zor tuttuğum dengem kayboldu ve yere kapaklandım. Ayağa kalkmaya çalışırken arkamızdaki sinirli kalabalığı gördüm. Bizi lime lime ederlerdi. Korkuyla nefes almazken kolumu tutan sert parmaklarla tekrar popomun üzerine düştüm ve boynuma sürten sivri uçla yutkundum.
İğneleyici kalın erkek sesi "Merhaba ufaklık." diye fısıldadı. Ve beni çekerek ayağa kaldırdı. Boğazımdaki keskin acı ile ellerimi yumruk yaptım ama sesimi çıkarmadım. Beni bağırtmak istiyorsa daha farklı şeyler bulmalıydı. Bu tür şeyler sinek ısırığından farksızdı. Welkorot 'un bana doğru bir hamle yaptığını gördüm ama adam elimdeki keskin bıçağı biraz daha derine bastırarak onu durdurdu.
"Yaklaşmasan minik sevgilin için daha iyi olur."
Boğazımdaki sızı artarken kulağıma fısıldayan sesle yüzüm ifadesizleşti. Arkamdaki adam sol eliyle göğüslerimin altını okşamış diğer elindeki bıçağı daha da derine itmişti. Ama canımı yakan şeyler bunlar değildi. Canımı yakan şey kulağımda yankılanan iki sözcüktü.
"Küçük Kız." İlk başta Anıl'ın sesini tanıyamamış olmamda bu kelimelerle kendini tanıtmıştı. Seslice soluk verip yüzümü ondan uzaklaştırmak adına yana doğru çektim ama beni sıkıca kavrayıp buna engel oldu. Tüm bunlar yetmezmiş gibi birde görüş alanıma giren mor saçlarla artık zapt edilemez duruma gelmiştim.
"Anıl." dedim sakin sakin. "Beni öldüreceksen de bırak ilk önce şu kızı bir geberteyim." Anıl aklıma gamzelerini getiren bir kahkaha attı ve Özgür'e döndü.
"Siz gidebilirsiniz. Kız bizimle gelecek." Yemin ederim Welkorot bildiğiniz hırladı. "Seni lime lime doğramazsam adam değilim lan!" diye tehditlerde bulundu ama bu durumda beni savunan tek kişiydi. Arkadaki tanımadığım 10 kişi birbirlerine bakarak hala neden duruyoruz dercesine bakıyordu. Özgür ise Anıl'a anlaşılmaz bir öfkeyle bakıyordu. Ama öfkenin ben olduğumu sanmıyordum.
"Seni gebertmeden şuradan şuraya gitmem. " dedi Özgür. En azından benim için olmasa da kalıyor. Melyn'e dönerek işaret verdi. Melyn'de son kez bana bakıp diğer 10 kişiyi alıp uzaklaştı.
"Seni bir kere alt etmiştim Hethon. Tekrar yapabilirim." Anıl'ın sözcükleri Özgür'ü sadece güldürdü. Ve bir kaç adım öne gelip öncekinden daha ölümcül bakmaya başladı.
"O anda Astrid'in verdiği şaşkınlıkla sana izin vermiş olabilirim ama bir daha tekrarlanmayacak emin olabilirsin." İkisinin tamamlanmamı bir savaşı vardı.
Anıl bu sözlerden etkilendiyse de belli etmedi. Ona sert bir yüz ifadesiyle bakıp "Göreceğiz." dedi. Aylar önce tanıdığım o tatlı, gamzeli çocuğun böyle intikamcı bakışlar atabileceğini tahmin bile edemezdim. Daha iki üç ay önce o bıçağı tutan kişi Özgür beni kurtaran ise Anıl'dı. Şimdi olanlar ise dengeyi alt üst ediyordu. Ama tahmin edemeyeceğim çok fazla şey yaşamıştım. Daha fazlasını yaşamayacaktım. Bundan sonra yaşayacağım her saniye benim iradem altında gerçekleşecekti.
Boğazımı keskin bir acı ile yaralayan bıçağına rağmen bıçağı kavrayan bileğini tuttum ve itekledim. Bıçak boynumda bir çizik yaratıp yere düştüğü an da Anıl elleriyle boğazıma sarıldı. Oluşan kesiğin üzerinden sert parmakları kanıma bulandı. Kollarından tutup kurtulmaya çalıştım ama dün geceden sonra bana göre aşırı güçlüydü. Arkamdan gelen Özgür'ün sesi ise ellerinin biraz gevşemesine neden oldu. Özgür bize doğru adım atmaya çalıştığında tedirginlikle bir adım geri attı. O da tek kozunun ben olduğunun farkındaydı.
"Bir adım daha atarsan, küçük sevgiliniz ölür."
"Elinden geleni ardına koyma köylü." dedi Özgür ondan beklenen bir hareketle. "Onu öldürmek için her yolu denedim. En son kalbini durdurmayı başardığımda dahi ölümden geri döndü. Senin neler yapabileceğini cidden merak ediyorum."
Anıl'ın elleri bir anlık şokla iyice gevşediğinde ben ellerimi sıkılaştırıp ellerini ittim. Bedenini kendiminkine yaklaştırıp karnına dizimi geçirdim. "Şerefsiz." dedim tükürürcesine. Arkamdan gelen Welkorot ve Hethon onu tutup benden uzaklaştırdılar. Rahat bir nefes alacağımı sandım ama bana doğru hızla gelen mor nesne hevesimi kursağımda bıraktı
Gördüğüm andan beri tiksindiğim mor saçlı kız üzerime atlayınca pekte yumuşak olmayan sopsoğuk karlara gömüldük. O suratıma yumruklarını geçirirken çantama ulaşmaya çalışıyordum. Kız ise aralıksız vurup başımın dönmesine sebep oluyordu. En sonunda çantama ulaşmayı başardığımda içindeki silahları filan almakla uğraşamayacak duruma gelmiştim. Çantayı savurup kafasına çarptım. Çantanın içindeki silahlarda baya sert bir şekilde ona çarpmış olacak ki üzerimden yana devrildi. Hemen çantayı açıp ele ilk gelen silahı kaptım. Bu bir hançerdi.
Üzerine eğilip hançeri son gücümle ona saplayacaktım ama kasıklarıma yediğim darbeyle bir anda ellerim gevşedi. Elimdeki hançeri düşürüp kafama bir tekme geçirdi. Bir de topuklu bot giymişti
Bir tane daha tekme atmasına izin vermeyerek bacağını yakaladım ve ona ters bir biçimde büktüm. O acıyla kıvranırken hançere ulaştım ve bacağını üstüne sertçe geçirdim. Art arda. Tekrar tekrar geçirdim. Nil çığlık atarken ellerim boğazını kavradı ve sıkmaya başladı. O sırada acı bir çığlıkla dikkatim dağıldı. Welkorot kanlar içinde yerde kıvranırken Özgür hala Anıl'ı dövmekle meşguldü. Eskiden içimi ısıtan gamzeli o güzel çocuk ne hale gelmişti?
Tabi Patlıcan her ne kadar yaralıda olsa boş durmayıp benim dikkatsizliğimden faydalandı. Atik bir hareketle beni altına koyup sağ elini kalbimin üstüne gelecek şekilde yerleştirdi. Ve bu his tarifsizdi. Belki de ölüm gibiydi bilmiyorum. İçimdeki o tapılası enerji sanki bir vampirin kanımı çekmesi gibi çekiliyordu. Enerjim beni terk edip Nil'e katılıyordu. Benin enerjimle yüzü git gide aydınlanan Nil bardağı taşıran son damlaydı. Ben de onun gövdesine elimi yasladım. Benden aldığı her şeyi fazlasıyla geri aldım. Sahip olduğu her hücre ölsün istedim. Ruhu yıldızlara karışsın, hiç kimse onu uyandıramasın istedim.
"Başından beri ölmeni istedim." diye fısıldadım. Ve istediğimi aldım.
Üzerimde tozlarına ayrışan yüzünden gözlerimi ve ağzımı kapayıp bir kaç saniyeliğine nefes almayı bıraktım. Anıl'dan gelen acı çığlıkların kalbimi yaralamaması gerektiğine rağmen canım acıyordu. Ama acımamalıydı. Artık hiç kimseye acımamalıydım.
Welkorot. Hala Anıl'ın yanındaki üç adamla dövüşüyordu. Ve yaralıydı.
Yaralanmıştı. Hemen ayağa kalkıp yanına koştum. Arkasından yaklaştığım adamın boynunu yakalayarak hızla geriye çevirdim. Diğerini ise Welkorot halletti. Ve yere yığıldı. Yemin ediyorum ben olmasaydım bu çocuk günde üç öğün ölürdü. Tek kalan kısa boylu adam bana korkuyla baktı. Ama korkusu uzun sürmeden yerini sinsiliğe bıraktı. Karların arasına geçirdiği elleriyle gözlerini kapattı. Bir süre sonra karın izlerinde garip şekiller parlamaya başladı. Ben daha ne olduğuna anlam vermeden karşımdaki adamın sanal ikizleri etrafımı çevreledi. Görüntüleri bir ışıktan ibaret gibi gözüken adamlar bana bakıyorlardı. Birinden sıkı bir tekme yediğimde bunların sadece ışık olmadığını anladım. Yorgun olan vücudum arkaya sendelerken başka birisi saçlarımdan tutup kafama bir diz geçirdi. Başıma aldığım darbeler her zaman daha etkili oluyordu. Görüntü gittikçe silikleşmişti. Ardı arkası kesilmeyen darbeler yerken kendimi korumak için ellerimi bile kaldıramıyordum. En son birisi elini kalbimin üzerine yerleştirdiğimde ben de ellerimle onun bileklerini kavradım. Çok güçlü değildim ama onu geriye itmeyi başarmıştım. Arkamdan gelen kafanı eğ emriyle refleks olarak kafamı eğdim ve yana doğru atladım. Üzerime yayılan tozlarla gözlerimi kapatıp nefesimi tuttum. Batmaya başlayan güneşin altında duran sarışın bana gülümseyerek elini uzattı. Bense ters bir şekilde ona bakmayı sürdürdüm. Hayatım öyle bir hal almıştı ki dostlarım düşmanım, düşmanlarım dostlarıma dönüşmüştü.
"Neden geri döndün?" dedim nefes nefese.
"Memnun değil gibisin. İstersen gidebilirim." dedi sırıtarak. Daha sonra inleyen Welkorot'a koştum. Ellerini karnına yerleştirmiş iyileşmeye çalışıyordu. Melyn onu iyileştirdikten sonra bana döndü.
"Daha güçlüleri yolun gerisine tuzak kurmuş. Bu sadece yemdi. Güçlü adamları yanlarında tutup bizi zayıflamak istediler." Kafamı salladım. Güzel plandı, böylece ben, Özgür ve Welkorot olmayacaktık. Özgür'e dönüp hızla yanına gittim. Yerde kanlar içimdeki Anıl'a bakıyordu. Saçlarından yakalayıp kendi yüzüne bakmaya zorladı.
"Hayal dünyasında yaşaman güzel..." diye fısıldadı. "Ama gerçek dünyada sana artık yaşam formu yok." Sonra Anıl'ın bedeninde oluşan kristalleri gördüm. Yüzü gittikçe buzla kapanırken gözleri bana bakıyordu. Sanki ölmesinin suçu benmişim gibi hissettirmişti. Ben olmasam hiçbir şey olmayacakmış gibi. Seslice yutkunarak gözlerimi artık karların arasında buzdan bir heykel gibi görünen Anıl'dan çektim. Neden bu kadar berbat hissettiriyordu? Ne yaparsam yapayım bu his peşimi bırakıyordu.
"Asya?" bana seslenen Welkorot 'a baktım. Endişeyle bana bakıyordu. "Buraya gel gidiyoruz." diye devam etti. Daha sonra onlar ilerlerken hala Anıl'ın yanında durduğumu fark ettim. Sessizce yanlarına giderken yerden sırt çantamı aldım.
"Sokağın sonundalar. Ben sizi almaya geldiğimde üç kişi kalmıştık." dedi. Ben de şaşkınlıkla ona baktım.
"Karşınızda kaç kişi vardı."
"Yaklaşık üç, Dawson kendinin halledebileceğini söyledi. Ve sonuçta benden kıdemli bende sözünü dinleyip sizin yanınıza geldim." Konuşup duran Melyn'e baktım. Adımlarımı hızlandırarak sokağın sonuna resmen koşarak girdim. Evet beni öldürmeye meraklıları kurtarmak için can atıyorum ama sonuçta o Welkorot'un babasıydı. Bir şey olmasını istemezdim. İki eliyle kılıcını çekmiş olan Dawson karşısında duran üç kişiyle dövüşüyordu. Ve açıkçası ayakta durmakta bile zorlanıyordu. Welkorot elindeki küçük bıçakla babasının yanına koştu. Özgür de onu takip etti. Melyn ise kollarını birleştirmiş seyrediyordu. Ona bakıp gözlerimi devirdim.
"Ne yapıyorsun sen?"
"Şu iki salağı seyrediyorum. Bak biri sarışın diğeri ise tam tersi kap kara..."
Devam etmesine izin vermeden "Neden yardım etmiyorsun?" dedim hayretle.
"Bir dakika daha bekle anlayacaksın." dedi kafası hala Welkorot ve Özgür arasında gidip geliyordu. Ben de onun gibi durup seyrederken Welkorot bıçağını kızıl saçlı kadının karnından geçirdi ve ikiye böldü. Ama parçalanan ve toza dönen kızıl saçlı kadın çok geçmeden eskisinden daha güçlü bir şekilde konumunda belirdi. Bense gözlerimi sonuna kadar açarak Melyn'e döndüm.
"Neden ölmedi?"
"Eski bir büyü. Teknik olarak güneş batana kadar öleceklerini düşünmüyorum." Batmak üzere olan güneşe baktım. Yaklaşık bir saat falan var gibiydi.
"Bundan emin misin?" dedim.
"Hemen hemen." diye yanıtladı ve elim bir kılıç tutturdu. "Hazır mısın?" diye sordu. Ona bakmayı sürdürdüm. "Yer değiştireceğiz. Sonsuza kadar dayanamazlar. Enerji toplamaları gerek." dedi ve koşarak hala kızıl kadınla cebelleşen Welkorot'un yerini devraldı. Ben de otomatik olarak diğer ikisiyle uğraşan Özgür'e koştum. Biri kadın birisi iri yarı adam bana bakıp sırıttılar sağ elimdeki kılıcı geri çekerek ilk hamleyi onlardan bekledim. Ama birisi arkama birisi önüme geçerek etrafımda dönüyorlardı.
Son bir cesaretle elimdeki kılıcı kadının kafasına savurdum ama birleşmeye başlamıştı bile. O sırada hızla eğilerek adama çelme takmak istedim ama şans benden yana değildi. Eğildiğimde omuzlarıma inen tekmeyle geriye savruldum fakat kılıcım hala sıkı sıkıya tutan elimdeydi. Bana doğru gelen adamın kalbinin ortasından çıkan mızrakla dizlerinin üzerine düşüp toza dönüşmeye başladı. Onun enerjisini belirten tanecikler esen rüzgarda havalanarak tekrar birleşmeye başladılar. Arka tarafımda dizlerinin üzerinde duran Özgür vardı. Mızrağı onun attığı belliydi ama bana daha fazla yardım edemezdi. Karın içinde debelenerek ayağa kalktım kılıcımı kaldırarak birleşen tozlara salladım. Ama arkamdan bir rüzgar sesiyle omzuma saplanan sivri bir acı kılıcımı düşürmeme neden oldu. Sol elim otomatik olarak omzumu buldu. Acıyla bağırmamak için gözlerimi kapattım ama baldırıma keskim bir acı daha saplanınca bu sefer çığlığımı serbest bıraktım. arkamdan sinir bozucu bir kahkaha duyuldu. İki okunda ucunu kırarak hızla saplandıkları yerden çıkardım ve çığlık atarak dizlerimin üzerine düştüm.
Güneş batıyordu. Ya da benim görüşüm kararıyordu. Enerjime odaklanarak kendimi iyileştirmeye odaklandım. Ama mutlu biranım yokmuş gibiydi sanki hiç mutlu olmamıştım. Derin nefes daha aldım. Meyn havaya baktıktan sonra elindeki hançeri kızıl kadının kalbine saplamıştı. Ama tozların uçuşarak yeni beliren aya inat birleştiğini gördüm. Güneşin batması bir etmen değildi. Sonra o sinir kahkaha tekrar duyuldu.
"Lues'in seni ne kadar çok istediğini bilemezsin Asya. Ve ödül için seni ben götüreceğim. Ölmediğin sürece yolda eğlenebileceğimiz birçok yöntem biliyorum." Bulanıklaşan gözlerimle elimdeki kanıma beyaz kara damlayan kırmızılığa baktım.
'Bu iki hırçın kız birbirlerine benziyorlar. Büyü işe yarayacaktır...'
Ellerini yeni gören kör birisi gibi ellerimi kaldırarak gözlerimin önünde incelemeye başladım. kurumaya yakın şey benim kanımdı. BENİM! Parmaklarımı hızla kanın arasına batırdım ve hareket ettirmeye başladım. Garip şekilleri deli gibi çizerken herkes şaşkınca bana bakıyordu.
"Beni istiyorsa kendi gelmeli." diye fısıldadım ve elimi hızla çizdiğim sembolün üzerine bastırdım. Bembeyaz karla zıtlık yaratan kan parlayarak yüzümü aydınlattı ve sonra karanlık yine etrafa çöktü. Kimseye bakamadan yaptığım bilinçsiz büyünün işe yaradığını biliyordum. Ve enerjimin tükenmeye başladığını da...
Gözlerime gelen ışık yüzünden ellerimi siper ettim. Ama ışık çok keskindi. Göz kapaklarım işe yaramıyormuş gibi hissediyordum. Karşımdaki her ne ise beni içine çekiyordu. İçimde hiç hissetmediğim duygular vardı. Boşluğa çekiliyor gibiydim. Mutlu anılarım silikleşiyor hissettiğim acı an ve an artıyordu. Biraz daha bekledikten sonra karşımdaki sonsuzluk gibi duran ışığa baktım. Kırmızı, mavi ve mor tonlarındaki ışık dalgalanarak sönmeye başladı. Ve ardında neredeyse milyarlarca insan vardı. Hayır bunlar insan değildi. Bana doğru yavaşça gelen kişilerin alınları bu üç renkle parlayan kabartmalar vardı. İçerinden büyük annem kadar yaşlı gözüken kadın biraz daha öne çıktı ve elini bana uzatarak yanına çağırdı. Tereddütte etsem de yanına gittim. Alnındaki üç kabartma mor ışıkla parlıyordu ve beyaz tenindeki yaşlık belirten çizgiler daha bir bilge görünüm katıyordu. Diğer hepsinden daha anlayışlı sevecen bir hali vardı. Üzerine giydiği pelerin tarzı mavi-lacivert kıyafetle herkesten daha üstün olduğu açıktı.
"İzin ver yardım edelim." dedi bedenine göre çok genç çıkan sesi. "Bizim yaptığımız gibi sadece kabullen."
"Anlamadım." dedim. Arkalardan bir erkek çocuğu ise sinirle öne çıktı ve beni kolumdan kavrayarak geri itti. Beyaz tenine inat kapkara saçları ve gözleri vardı. Yaşlı kadının yanımda çok genç duruyordu. Bir o kadar da hırçın.
"Onu öldürelim!" dedi dişlerinin arasından, aynı zamanda da bana bakıyordu. Sanki şu anda bile beni öldürmek için yöntemler düşünüyor gibiydi.
"Sakin ol Raydn. Onun suçu yok."
"Hayır hepsi onun suçu! Dünyaya hiç gelmemeliydi. Bizim yaşamamız lazımdı!"
Sinirle tekrar bana yöneldiğinde yaşlı kadın elini onun göğsüne koydu ve yavaşça iki kere vurdu.
"Hayır Raydn. Kimin yaşayıp yaşamayacağına sen karar veremezsin. Bundan sonra tek umudumuz o. Daha fazla masumun kanı akmamalı." Raydn beni göz ucuyla baştan aşağı süzdükten sonra gözlerini tekrar yaşlı kadına çevirdi.
"Ona güvenmiyorum. Sıra ona geldiğinde istediğimiz şeyi yapmayacak. Gücü tattığında vazgeçmek istemeyecek! Tıpkı diğerleri gibi, lanet olası güç onu da değiştirecek." Yaşlı kadın tebessüm ederek oğlan çocuğunun yanağını okşadı.
"Ah evladım. İnan bana dediklerin hepsini biliyorum. Ama denemeliyiz. Kendimizi gizlemek hiç kimseye faydalı olmayacak. Denersek en azından şansımız olur." Seslice yutkunup gülümsemeye çalıştım.
"Şey ben hala buradayım ve sizi duyuyorum." dedim. Ama Raydn bana öyle bir baktı ki elimi ölesine der gibi sallayıp "Neyse tamam sorun değil." diye devam ettim. Yaşlı kadın bana bakarak tebessüm etti. Ve yine yanına gelmem için işaret verdi. Ben de Raydn'a bakıp tereddütte kaldım.
"Korkmana gerek yok." dedi güven veren sesi. "Biz sana zarar veremeyiz. Ölülerden değil yaşayandan korkmalısın Asya." Yanına giderek hala havada olan elini tutmaya çalıştım. Ama elim onun eli bir sismiş gibi içinden geçip gitti. Kadın yüzünü buruşturarak elini indirdi.
"Buna hala alışmadım sanırım. Neyse Asya. Sana güvenmem gerek ve senin de bana güveneceğinden emin olmam gerek." Ona anlamsız gözlerle bakmaya devam ettim. Raydn sesli bir kahkaha atarak araya girdi
"Koskoca gezegenin kaderinin bu aptala bağlı olduğuna inanamıyorum." dedi. Yaşlı kadın uyaran gözlerle ona baktı.
"Saygısızlık etmekten vazgeç Raydn ve bir daha sakın sözümü kesme bundan hiç hoşlanmam." Kadın kibar kibar konuşsa da cümlenin tehdit içerdiği belliydi.
"Ona yardım etmeseydik çoktan ölmüşü!" diye sesini yükseltti Raydn. Kadın ona dönerek kafasını hafif sağa yatırdı Ve Raydn acı içinde dizlerinin üzerine düştü
"Seni uyardığımda uyarılarıma uymalısın Raydn. Ve inan bana ben de sana yardım etmeseydim şuana kadar olan ömrün çok daha kısa olurdu. Onu bilgisizliği için sorgulayamazsın. Katlandığı acıları o bize izin vermese de hissettin. Şimdi ona saygı göstermeyi öğren." Sonra tekrar gülümseyerek bana döndü. Bu arada Raydn da öksürerek ayağa kalkmaya çalışıyordu. Ağzının kenarında parlayan ışık dışında iyi görünüyordu.
Kadın gülümsemesini genişleterek Raydn'a döndü. "Ona bu kadar kaba davranmana rağmen senin için endişeleniyor. " dedi. "Ben ona güvenebileceğimizi düşünüyorum."
"Pardon." diye araya girdim. "Benden tam olarak ne istediğinizi anlamadım. Sizin kim olduğunuzu da... Sanırım bu bir rüya, yani bunlar tamimiyle hayal mi?"
"Hayır Asya. Yaptığın kara büyü seni bir nevi bize getirdi."
"Kara büyü? Ben yapmadım! Yani aslında ne yaptığımı bilmiyordum."
"Biliyorum. Bilincini bize kapattığında sana ulaşmak gerçekten de zor oluyor. Büyüyü yapmanı sağlayan bendim. Buraya gelmeni sağlayanda öyle... Eğer bana izin verirsen bildiklerimi seninle paylaşacağım ve Lues'ı alt edeceğiz. Aslında hepimiz öyle. Ölümlerimizin boşa gitmesini istemiyoruz. Kafanda bizi kabul etmelisin Asya. Bu seni bilge ve güçlü kılacak. Ama zamanı geldiğinde bizi serbest bırakmalısın! Bunu yapacağına dair söz vermeni istiyorum. Raydn'nında dediği gibi güç herkesi değiştirir."
Kafamı sallayarak ona baktım. "Ben sadece dünyanın yok olmasını engellemek istiyorum." Dedim.
Oda bana gülümseyerek elini başımın üzerine doğru kaldırdı "Umarım gücü tattığında da fikirlerin değişmez." dedi ve o parlak ışık tekrar yayılmaya başladı. Gözlerimi kapatarak ellerimi kaldırdım.
....
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Avaritia
Fantasiİçini ısıtan hayaller mi yoksa canını acıtan gerçekler mi deseniz... Bir hayale kapılıp gitmek için her şeyi yapardım; ama o hayalin asla gerçekleşmeyeceğini bilmek işte asıl canımı yakan şey. Varsın yaksın, acının gerçekliğiyle ayaktayım şuan.Ama a...