Batıl inanç ve cehaletten oluşan fanatizm, bütün asırlar boyunca bir hastalık olmuştu. Yüzyıllar boyunca insanlar yaşadıkları hayata ve hissettikleri duygulara göre adlandırmışlardı bunu.Kimisine göre masum, tutku ve sevgiden, diğerine göre nefret , acı fakat yeniden tutku ile bütünleşen duyguydu.
Yazarların , şairlerin, filozofların beyninde ve kaleminde işledikleri şeydi aslında;
Aşk.
Fakat her şey sona ermek için başlamıştır. Ne sonsuzluğa kollarını açmış kuşa ne de rüzgarın götürdüğü yere giden bir yelkenliye benzemez, anlam katmaz. Onlara anlam veren ölümdür yalnız.
Belki de ona anlam verecek olan şey onu yok ederse?
Eski, yırtık sayfalarda ülkelerin, insanların ve hayatların nasıl yok olduğunu yazan tarih kitaplarının gömülü olduğu sandıklarda, her bir satırının hatta kelimenin altının karış karış toz bağladığı gibi olursa...
Soğuk mermere yazılmış italik yazılara dokunurken bunları hissetmiş,düşünmüştüm.
Ondan geriye kalan tek şey deriden yapılmış eski bir günlüktü. Güzelliğini, onun hakkında hissettiğim her şeyi yazdığım defter.
Gözlerimden firar eden birkaç damlayı kolumun tersi ile silmiştim. Soğuk ve yağışlı Londra havasına aldırmayan vücudum yanıyordu. Onun mezarına baktıkça içimde bir yangın çıkıyor,beni deli ediyordu.
Ellerimin altındaki ıslak toprağı avuçlarımın içinde sıkmıştım. Gökyüzünden damlayan soğuk tanecikler elime geliyordu.
Yavaşça ayağa kalkarak Dormeuil pantolonumu düzelttim ve son kere taşa baktım.
Elizabeth Leferbe.
Derin bir nefes aldım ve oluşan minik su birikintilerine basarak ilerledim. Demir halkalar ile donatılmış ellerimi ceplerime soktum. İç karartan yeşilliklerden çıktım.
Londra sokaklarına hakim olmuş bir ses kulaklarımı doldurdu. İnsanı sakinleştiren ve büyüleyen bir şeydi. Sesin geldiği yöne gidiyordum. Sadece birkaç saatliğine ara vermek istemiştim.
Büyüleyici keman ve çello sesleri birbirleriyle dans ediyorlardı. Yürüdüğüm yolu biraz daha kat edince nereye çıkacağımı anlamıştım.
Gecenin karanlığı ne kadar bağırırsa bağırsın onu bile aydınlatan minik ışıklar yol gösteriyordu. Taş yola damlamış boyaları yeşillerim fark edince dudaklarımda oluşan tebessümü engelleyememiştim. Çok işlek olmayan caddeye çıkınca sabaha göre daha çok insanın olduğunu fark ettim. Sabahları uyuyan, akşamları canlanan bir havası vardı.
Boyaları hafiften dökülmüş, huş ahşap ile kaplanmış minik kafelerde bir elin parmak sayısını geçmeyen insanlar oturmuş, otantik bardaklardan içeceklerini yudumluyorlardı.
Ressamlar yine eski yerlerini almışlardı. Etraflarında onları ne cezberderse onu çiziyorlardı. Gözlerim kısa bir süreliğine etrafta dolaşmıştı. İçimden gelen bir his ile daha da ayrıntılı bakmaya başlamıştım.
Ayaklarım beni sabah bir baba ve oğulun durduğu yere getirmişti . Ellerimi bir kısmı parçalanmış mermerin üstüne atıp birleştirdim. Gökyüzü hiç olmadığı kadar parlaktı. Yıldızlar ön hazırlıklara başlamış ve sahneyi aya bırakmak üzere bekliyorlardı.
Gözlerimi birkaç saniyeliğine kapatmıştım. Burnuma dolan tütün kokusu ve boş olan yanımdaki hareketliliği hissettiğimde gözlerim kendiliğinden açılmıştı. Benimle aynı pozisyonda duran, perçemi küçük yüzüne düşmüş, ellerinden çıkmayan boya lekeleri ile yıldızlara bakan birisiydi.