Kaliforniya'daki ilk günüme uyandığımda hava dünkünü aratmayacak kadar güneşliydi. Gece boyu rahat yatağımda düşüncelere boğulmuş, etrafımda dönüp durmuştum ve en sonunda uykunun her şeyden kaçış yolum olduğunun bilinciyle uyuyakalmıştım.Fakat her şeyden kaçış diye bir şey yoktu. Gözümü açtığımda eski odamın tavanına yapıştırdığım plastik kedilerle karşılamadığım an tekrar düşünmeye başlamıştım.
Jungkook'un ne yapmaya çalıştığını merak ediyordum. Aramızdaki şey neden ve nasıl vardı, bilmiyordum fakat bu beni gerçekten korkutuyordu. Daha önce kimseye karşı böyle güçlü duygular beslememiştim. Onu tanımıyordum, ama aramızda -cinsel anlamda- büyük bir çekim vardı.
Beni korkutan bir yandan da bu çekimin karşılıklı oluşuydu. Gören herkesin Jungkook'la yatmak istediğinden emindim. Adam o kadar güzeldi ki.. Fakat onun bana karşı fazla duyarlı yaklaşımına anlam verememiştim. Özellikle Taehyung ile yaptıkları telefon konuşması oldukça garipti.
Ona bana dokunmamasını mı söylemişti? Bu gerçekten tuhaf ve anlamsızdı fakat aynı zamanda onun tarafından kıskanılmak -kıskanmış mıydı, emin değildim- çok hoşuma gitmişti. Kendime bu yüzden kızgındım, çünkü belki de her şeyi yanlış anlıyordum. Daha tanışalı bir gün bile olmadan bu denli laubali tavırlar sergilemesi ve benim de bundan etkilenmem normal değildi. Taehyung ile ciddi bir konuşma yapmalıydım.
Sabah Taehyung henüz uyurken kendime bir fincan çay yapmak üzere mutfağa indim. Eşyaların nerede olduğunu bilmediğimden epey uzun sürmüştü ve bu sırada buz dolabının ağzına kadar dolu olduğunu görmüştüm. Jungkook'un yapmış olduğu tüm bu masraf beni utandırıyor ve sinirlendiriyordu.
Fincanımı alıp mutfaktaki kapıdan bahçeye çıktım. Bahçenin bu kısmı atölyenin arkasında kalıyordu. Şezlongların ortasındaki büyük havuz oldukça dikkat çekiciydi. İçinde yeleleri gökkuşağıyla bezenmiş, şişme bir unicorn vardı. Bu görüntü beni gülümsetmişti. Acaba bu havuzu -ya da unicornu- kullanan birileri var mıydı?
Zihnimde ıslak bir Jungkook belirdiğinde kafamı iki yana sallayıp düşüncelerimi dağıtmaya çalıştım. Adam kelimenin tam anlamıyla zarardı.
Ayağımdaki kedili pandufları çıkarıp havuzun etrafında bir tur attım. Güneş ve bahçedeki lavantaların mor rengi suya yansıyordu.
Böyle bir yerde yaşayacak olmama inanamıyordum. O kadar dinlendirici ve ferah bir yerdi ki, kendimi tatile çıkmış gibi hissetmekten alamadım.
Havuzdan uzaklaşıp çimenlik alanda dolaşırken bir yandan bitki çayımı yudumluyordum. Her şey mükemmeldi. Ta ki, binanın diğer yanına geçene kadar.
Cennet gibi bahçenin ortasında, salkımlarla bezenmiş bir çardağın altında başyapıta benzeyen bir adam kahvaltı ediyordu. Evet, olan buydu.
Ne kadar süre onu izledim bilmiyorum. Gerçekliğe döndüğümde kendimi boğma girişimimi erteleyip hışımla arkamı döndüm ve geldiğim yöne adımlamaya başladım.
"Günaydın, serçe."
Sessiz bir küfür savurdum. Ne zamandan beri burada olduğumun farkındaydı? Acaba duymamış gibi yapıp yürümeye devam etsem ne kadar inandırıcı olurdu?
"Gel de bana katıl."
Keyifli gelen sesi ensemi karıncalandırmaya yetti. İyi bir insan olduğunu az çok biliyordum fakat vücudum üzerindeki etkisi yüzünden ondan nefret ediyordum.
İsteksizce arkamı döndüm. Ah, kimi kandırıyorum, onu görmek için can atıyordum.
Az önce bir şeyler atıştırırken ilgilendiği telefonu masaya bırakmış, ellerini çenesinin altında kavuşturmuş beni süzüyordu. O hafifçe kıkırdayana kadar üzerimdekileri unutmuştum. Powerpuff Girls baskılı pembe tişörtüm ve sarı şortuma göz attım. Elimdeki kedili panduflardan söz etmek bile istemiyordum. Aceleyle ellerimi arkama gizlemeye çalıştım. Yanaklarım utançla yanmaya başladı. Kim bilir ne kadar gülünçtüm gözünde.