Umut, aslında bize çok yakındır. Onu görmesek de hatta olmadığını bile sansak, hep vardır. Bazen bir yıldızdadır umut. Bazen bir çiçekte, bulutlarda veya ayda. Bazense içimizde bir yerlerde saklı kalır. En çaresiz anımızda, tükendiğimizi düşündüğümüz zamanlarda çıkar. Hayata tutunmamız için sarmaşık açar.
Biz uçurumdan düşerken tutunmamız için dal olan insanlar vardır. Tutunuruz, bir daha düşmeyeceğimizi sanarız ama o dal kırılır.
Oysa umut öyle değildir. Umut, bize dal olmaktansa sarmaşık olur. Sarıp sarmalar bizi. Yeşiline hapseder. Yaprakların arasında hapisken, gökyüzünde özgür oluruz. Çünkü o sarmaşık bir uçurumun kenarında açmıştır.
Peki bir umut bizi sarınca bir daha o uçurumdan düşmez miyiz? Cevap, hayır. Düşeriz. Kendi ellerimizle sarmaşığın yapraklarını, dallarını kesersek ve sarmaşığı iyi yetiştirmezsek yine kendimizi düşerken buluruz.
Ben o sarmaşığı kendi ellerimle kestim. Düşmek istiyordum çünkü. Ya çok ağır bir şekilde acı hissediyordum ya da hissedemiyordum, bilmiyorum. Ama ben tarif edilemez şeyler yaşadım. Ben bir yangının ortasında kaldım.
Evler yıkıldı.
Ağaçlar ve çiçekler yandı.
Çocuklar öldü.Benim içimdeki çocuk ise yaralandı. Tedavisi olmayacak yaralar aldı. Ölseydi... Belki ölseydi o yangında her şey daha kolay olacaktı. Nasıl aysız yıldızsız gece olmuyorsa; keşke benim içimdeki çocuk da ayı yıldızı gidince ölseydi. Ölmedi.
Şimdi küllerin arasında en köşeye çekilmiş, iki büklüm, dizlerini karnına çekmiş, kollarını bedenine sarmış ve kafasını da kollarına gömmüş oturuyor.
Kimsesi yok. Ay ve yıldızı hiç göremiyor. Yaşıyor demiyorum çünkü bu yaşamak değil. Ama hala hayatta.
Mesela artık yıldızlarla konuşurken içime onların ışığı doğmuyor. Çünkü gece olmuşum. Karanlıkta boğulmuşum. Karanlıkta değilim aslında ben. Karanlığın ve gecenin kendisiyim. Ay ve yıldız gecede bir yerlerde saklı. Ama onların ışığı, benim karanlığımı aydınlatmaya yetmiyor.
Sonsuz bir uçurumda yuvarlandığımı hissediyorum. Sonu gelmiyor. Ne zaman "Daha ne kadar batabilirim?" desem, daha da düşüyorum. Uçurumların sonunda deniz vardır. Ama dediğim gibi sonunda. Bu uçurum sonsuz. Eğer bir sonu olsaydı, o son benim kıyametim olurdu.
Kulağımdaki müzik ve adımlarım senkronize olmuş bir şekilde sahilde yürüyordum. Hızlı adımlarla kafamı eğmiş yürürken yerdeki kaldırım taşlarını izliyordum. Taşların çizgileri, hızlı yürüdüğüm için birbirine karışıyordu. Denize çok yakın yürüyordum, ayağım kaysa denize düşecek gibiydim. Kulaklığım takılıydı ve telefonda Eren vardı. Yaklaşık bir saatir deniz kenarında yürüyerek ona babamla olanları anlatıyordum. Çünkü birine anlatmaya ihtiyacım vardı. Beni gerçekten dinleyebilecek birilerine...
"Sonra sabah uyandığımda gördüğüm rüya yüzünden kriz geçirdim. Ve,"
"Deniz ciddi misin?" dedi ben cümlemi tamamlamadan. Sorusuna cevap vermemeyi seçerek konuşmaya devam ettim.
"Ve onlar evde yoktu. Benimle vedalaşmadan İstanbul'a dönmüş."
Sessiz kaldı bir süre. Diyecek bir şey bulamadı çünkü. Babama saygısı ve sevgisi çoktu. Ama bunu biliyordum ki bu hayattaki en değer verdiği kişi bendim. Benim de en değer verdiğim kişi oydu. Normal ağabey kardeşlerden farklıydık biz. Çok bağlıydık birbirimize. Belki de en kötü zamanlarımızı yan yana geçirdiğimiz için özel bir bağ vardı aramızda. İnsanlar, zor zamanlarında yanında olan kişilerden kopamazmış. Bu da öyleydi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kayıp
RomanceUzanıp kasetçalarda bir düğmeye bastı. Şarkı çalmaya başladı. Sonra yanıma geldi. Parmaklarını nazikçe ellerime doladı. Beni kendine yakınlaştırdı ve ellerini belime koyup yavaşça sallanmaya başladı. Bende ellerimi onun boynuna doladım. Ela gözlerin...