Keşmekeş bir fırtınanın sessiz sularındaydım.
Sessizlik rahatlatıcı değildi, hayır, rahatlatıcı olmanın yanından bile geçmiyordu. Tehlikeliydi. Tenimde sinsi rüzgarlar estiriyor, omurlarımdan yukarı tırmanan tedirginlik gezindiği deride küçüklü büyüklü karıncalanmalar bırakıyordu. İşte, karışıklık tam da burada başlıyordu.
On dokuz yaşındaydım. Hayatımın ne tarafa gittiğini ben de tam olarak bilmiyordum. Yürüyor, irili ufaklı duvarların üstünden atlıyor, bazen ağır yaralar alıyor ve yoluma devam ediyordum. Geçtiğim her bir duvarın ruhuma bir çentik daha atmasına izin veriyordum. Ders alıyordum, kendime pay çıkarıyor, eksilerimi ve artılarımı tartmaya çalışıyordum. Büyüyordum, büyüdükçe daha da umursamaz oluyordum ve bazen, her şeyi geride bırakıyordum. Ders almayı boş verip aynı hataları tekrar tekrar yapıyor, eksilerimi de artılarımı da aynı keseye atıyordum. Karıştırıyordum. Dediğim gibi, sadece on dokuz yaşındaydım ve şimdi de, beni yutan fırtınanın sarp kıyılarına çarpıp tenimi yalayan tüm bu karmaşıklığı gözlerime siper ettiğim ellerimle atlatmaya çalışıyordum. Karışıyordum.
Siyaha bulanıyor, beyaza dokunuyor, yuttuğum her bir kum tanesinin tadını damağımın pürüzlü yüzeyinde hissederken, en çokta tek bir rengin tadını aklıma kazıyordum. Jeon Jungkook'a karışıyordum.
İsteyerek yapmıyordum, tanrı şahidim olsun, gerçekten bunun için özel bir çaba sarf etmiyordum. Ellerinde fırçalar tutan oydu. Daha önce fark etmediğim ama hep orada gizli olan fırçalar. Yıllar öncesi beni siyaha boyayan eller, yıllar sonra tenimin kuruyup kalmış boyasına yeni renkler ekliyor, aynı renkler onda da konaklıyordu.
Aynı renklere karışıyorduk.
Pazartesi akşamı, en çokta yeni çekilmiş kahve çekirdeklerinin havada asılı kaldığı sıcak bir kafenin yarı kalabalık masalarından birinde otururken düşünüyordum. Bu sırada dikdörtgen masanın üzerini süsleyen dört kupa kahve ve bir de sıcak çikolataya bakıyordum. Bakıyordum ama gördüğüm bir şey olduğu söylenemezdi. Düşüncelerim ince bir sızıyla orada olduğunu fark ettiren kalbim tarafından bölünüyor, arada bir ufak yudumlar aldığım kahvemin altından karşımda oturan Jungkook'a bir nefeslik bakışlar attığım her seferinde, beni karşılayan irislerle henüz küçücük olan o sızıya bir çentik de ben atıyordum.
"Neden baş roldeki çocuğu öldürdüler anlamıyorum,"
Taehyung, izlediğimiz filmden çıktığımızdan beri bilmem kaçıncı kez aynı cümleyi kurarken kafasını omzuma yasladı, böyle şeylerden kolayca etkilenirdi, "çok da sevimli bir şeydi halbuki,"
"Onun nesi sevimliydi be," araya girdi, Hoseok, "çok bilmiş bir şeydi, iyi oldu ölmesi," dedi hemen sonrasında.
"Çok kötüsün," Minhae, Taehyung'un tam karşısından söylendi, "ölmeyi hak etmiyordu o bir kere, " dediğinde, Taehyung'dan koca bir onaylama aldı.
"Değil mi ama?" Bakışları kınayan bakışlarla Hoseok'ta dolanırken, "cidden çok sevimliydi ama ya," dedi bir kez daha. İçimden bir ses bunu bilerek, altını bilhassa çizerek belirttiğini söylüyordu ve başarılı olduğu da su götürmez bir gerçekti. Bakışlarım Hoseok ve Taehyung arasında kısa bir tura çıkarken eh, diyordum, kimsenin bununla bir derdi yoktu en azından. Hoseok dışında.
O hala Taehyung'a karşı çıkarken konuşmalarını daha fazla dinlemedim. Buluştuğumuzdan bu yana yaptığımız pek bir şey yoktu. Önce yemek yemişlerdi, bense günün ilk kahvesini sakince mideme indirmiş, Taehyung ve Jungkook'un yemeklerini yerken önüme sunduğu lokmaları reddetmekle yetinmiştim. Daha sonrasında hepimizin ortak kararı olan bir filme beş bilet almıştık ve şimdi de, buradaydık.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
i loved a boy ☘ jikook
FanfictionPark Jimin, on yıl önceki o olayı unutamıyordu. Jeon Jungkook ise, eh, o sadece bazı şeyleri hatırlamakta o kadar da iyi değildi. jjk x pjm ☘