18 - ait olduğun yerde, yanımda, kal

8.4K 907 528
                                    




Cesaretimin iğne batırılmış bir balon gibi sönmesi sadece birkaç dakika aldı.

Adımlarım tereddütlü, bakışlarım ise yere dizilmiş düzgün gri taşların üzerindeydi. Arada bir gözüme çarpan yamukça yerleştirilmiş taşlar da vardı ve tam da o anlarda zihnimde türedikçe türeyen parazitlere benziyorlardı.

Sadece birkaç dakika, sadece birkaç sokak sürmüştü.

Minhae'yi o kafede ne yaptığı bilinmez bir şekilde bırakıp gitmiş ve bundan sadece bir an öncesinde sarsılmaz cesaretimle şöyle demiştim; söz veriyorum, onu mutlu edeceğim.
Bir de söylemediklerim, etimi saran deriyi içten içe titreten sözler etmiştim; söz veriyorum, demiştim, bu sefer kendimi de seninle beraber kabul edeceğim. Söz veriyorum, bir daha aynı karanlığın dipsiz çukurlarına düşmeyecek, bir kez daha bile bile kendimi dibe çekmeyeceğim.
Muhtemeldir ki, beni böylesine bir cesaret ve heyecan safsatasıyla o masadan kaldırıp da arkama bakmadan yoluma düşmem kendi içimde yaktığım ışıklar yüzündendi. Sözler dilimden dökülüp, anlık bir cesaretin müptelası olduğumda her şey nasıl da basitti. Işığım hiç sönmez sanıyordum, gözlerimdeki cesaret hiç tükenmez ve ben ellerimi tutacak o adama giderken hiç tökezlemem belliyordum.

İçimde yanan ışıkların aslında sadece küçük birer mumdan ibaret olduğunu anlamam ise yalnızca iki sokak sürdü. Alevi güvenilmezdi, yanında kendisinden başkaları da yoksa yaydığı titrek ışık karanlığı yarmada pek bir işe yaramıyordu ve de en acısı, sönüp gitmesi için sadece cılız bir nefes bile yeterli olurdu.

Nefesimi tutup yola devam ettim bu yüzden.

Adımlarım hala savsaktı fakat yürümeyi bırakmadım. Buluştuğumuz kafeden Jungkook'un kaldığı yurda yaklaşık yirmi dakikalık bir yürüme mesafesi vardı ve ben de daha üçte birlik kısmındayken çoktan omuzlarımı çökertmiş, kulağımda gümbürdeyen kalbimin tesirinde montuma sığınmıştım. Sarsılmaz cesaretim, olarak adlandırdığım bir kalp atımlık cam parçası ise birkaç sokağa kalmadan tuzla buz olacaktı, biliyordum. Yine de, o kış günü, o öğleden sonra an be an çatlamaya devam eden cesaretimle yürümeye devam ettim.

Taehyung'un aradığını belli etmek istercesine titreyen telefonum da yolu yarıladığım sırada montumun cebinde kendini gösterdi. "Seni bok kafalı Park Kalleş Jimin," diyerek açtı telefonu. Dersi ektiğim, daha doğrusu dersi ekip onu orada tek bıraktığım için bu konuşmayı gerçekleştiriyor olduğumuzu biliyordum. "Sen var ya...sen çok fena bir şeysin. Beni burada ölümüme yollayıp nerelerde sürtüyorsun acaba? Ya da dur söyleme! Hiç merak etmiyorum ki. Akşam da eve almayacağım seni, görürsün."

"Bir kutu dondurma ve iki büyük boy pizzayla gelsem bile mi?"

"Evet—hayır, dur ya hiç adil oynamıyorsun...İki kutu dondurma ve kola da alırsan düşünebilirim bir ihtimal."

"Öyle olsun," soğuk havadan dolayı akmaya başlamış burnumu çekmeden hemen önce omzumu silktim, " Biraz da şu şeftalili jelibonlardan alırım ama sen de bana sıcak çikolata yap."

"Hey," dedi, hemen sonrasında. "Ne yapıyorsun sen, yani gerçekten nerelerde sürtüyorsun? Normalde bütün bunları benim teklif etmem ve senin de arkana bakmadan kaçmaya çalışman gerekiyordu. Yeni bir şey mi oldu? Ne kaçırdım?"

Ben aklımı kaçırdım, seni bilemiyorum.

"Jungkook'un yurduna gidiyorum."

"Oh..." uzunca bir süre sessizliğini dinledim. Konu Jungkook olduğunda ki konu hep Jungkook oluyordu, normalden daha duyarlı tepkiler veriyordu. Sanırım. "O zaman şu sıcak çikolatanın yanına bir de çikolatalı kek mi eklesek?" Diye sordu. Pekala, bunu kendime neden yapıyordum bilmiyorum ama kendimi onu onaylarken buldum. Yiyeceğim tüm o işlenmiş şekeri, bolca sağlıksız yağı ve karbonhidratı bir kaçış yolu olarak seçiyordum. Her seferinde olduğu gibi bundan kafamı duvarlara vurmak ya da midemdeki her şeyi dışarı fırlatmak isteyecek kadar pişman olacaktım ama umursamadım. "Yurda yaklaşıyorum, eve erken gelmeye çalışacağım. Geldiğimde konuşalım, olur mu?"

i loved a boy ☘ jikookHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin