Gergin bir şekilde beklediğim ve çektiğim ipin ucundaki pazartesi sabahı yavaşça gözlerimi araladım. Diğer günlere kıyasla hava güneşliydi. Bu sonradan gelecek bir yağışın mı habercisiydi yoksa bu soğuk günlerde güneşin bizlere gösterdiği bir tolerans mıydı, bilmiyorum.
Çıplak ayaklarımı parkeyle buluşturdum ve dolabıma adımladım. Okul formamı aldım ve pijamalarımla değiştirdim.
Kalan insani ihtiyaçlarımı da gerçekleştirdikten sonra çantamı alarak evden çıkmıştım. Güneşli olmasına rağmen hava oldukça soğuktu. Hafif fakat korkunç derecede serin bir rüzgâr yüzümü yalıyor, saçlarımı dağıtıyordu.
Bense okuldan sonra olacakları düşünerek kendimi uyanık tutuyordum.
*
Belki de birkaç gün beklediğim ve sonuna geldiğimde heyecanlığım ve gerginliğimin artmasından ötürü, sonu görünmeyen bir tüneldeymişçesine hissettiren yorucu okul gününden sonra, günün mide bulandırıcı berbatlığının aksine uçarak bu günlerde sık uğradığım kafeye gitmiştim. Birkaçtır oturduğumuz masayı bol görünce yine, adımlarım aşina olarak oraya yöneldi. Donghyuck henüz ortalarda gözükmüyordu. Gözlerim onu ararken garson yanıma uğramış, henüz sipariş vermeyeceğimi söyledikten sonra gitmişti.
Ardından ofladım ve çantamdan okumakta olduğum ince bir romanı çıkardım. Alman edebiyatının seçkin eserlerinden biriydi. Alman edebiyatına aşığım da denebilir.
Kitabın sıcak atmosferi etrafımı çepeçevre sarmışken dikkatimi dağıtan kafenin açılan kapısıyla çalan zildi. Kulağıma birkaç adım sesi geldi. Ardından elindeki oldukça büyük olan çello taşıma çantası ile cebelleşen Donghyuck, kitaptan çektiğim ve kafede gezdirdiğim bakışlarıma takıldı. Kitabı bıraktım ve ayağa kalkıp yanına gittim.
"Ver yardım edeyim."
"Gerek yok." Bunu söylerken bile nefes nefeseydi.
"Ver dedim." Gülerek elinden aldım. Oldukça ağırdı da.
Zar zor masaya oturabilmiştik. Donghyuck kitabı görmüş olacak ki mahcubiyet dolu ses tınısına yandaşlık yapan yüz ifadesi ile konuştu.
"Kitap okuyordun galiba. Kusura bakma, dikkatini dağıttım."
"Sorun yok, zaten bırakacaktım." Aslında tamamını okuyabilirdim, Donghyuck tüm benliğiyle zihnimi ele geçirmemiş olsaydı.
Başını yana eğdi ve bana bakmaya devam etti. O böyle baktıkça geriliyor ve heyecanlanıyordum. Bir bilseydi keşke, nasıl da güzel bakıyordu.
Aramızdaki tuhaf bakışma biraz daha hüküm sürdü. Ardından yavaşça atkısını çıkarıp yanındaki sandalyeye koyduğu okul çantasına tıkıştırdı. Terlemiş olacak ki montunun da fermuarını indirdi. O an kafenin ne kadar sıcak olduğunu bir kez daha fark etmiştim.
"Ee," dedi. "Nasılsın, nasıl geçti günün?"
"İyiyim. Günüm ise oldukça yorucuydu. Sınav dönemine giriyoruz da..."
"An, anladım. Kaçıncı sınıftın bu arada?"
"Üçüncü sınıfım, sen?"
"Ben de üçüncü sınıfım."
"Ne güzel." Ardından aramızdaki gergin sessizlik tekrar kendini göstermişti. Benden çıt çıkmadığını görünce zannedersem, tekrar o başlamıştı konuşmaya.
"Gidelim mi?"
"Olur." Ardından toparlanmış ve kafeden çıkmıştık. Birkaç metre yürüdükten sonra sol bileğindeki sargı bezi dikkatimi çekmişti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
wretched // mark.hyuck
FanfictionSen ısrarla gözlerini kaçırırken ben çoktan onlara tutulmuştum bile. * Lee Minhyung yaşıtları gibi deli dolu bir hayattan ziyade beklemeyi tercih ediyordu. Gerçekler için bekliyordu. Ve bu gerçek, çok ani bir şekilde hayatına dahil olmuştu. Minhyun...