Botlarımın çıkardığı sesten rahatsız olan kediler cami avlusunun duvarında kıpırdanmaya başladılar, içlerini kasvet sarmış gibi yüzüme bakıyorlardı. Güneşin doğmak istemediği bu mahallede kimin içini kasvet sarmazdı ki? Dünyada en çok yağmurun buraya yağdığına bahse girerim. Ki yağmur buralarda bereket değil rezaletti, damlar akar, Sokaktakiler pusuya yatar, evleri su basardı hep aynı kısır döngü.Polisin, amirin,memurun gelmek istemediği pis yerlerdi buralar; bıçağı nereden yersin belli bile olmaz. Her bok vardı bir sevgi yoktu burada, kadınları kötü kötü bakardı. Hani saçları olsaydı kedilerin, kediler saçlarını çekerdi bu kadınların pis bakışları karşısında, erkekler mafya dizisinden fırlayan çakma adamlardı. Karılarını aldatır ama erkekliklerine laf kondurmazlardı. Bana kalırsa kim kimin çocuğu belli bile değildi ya neyse. Üstelik bu mahallede düşünce kalkmayı değil, düşmemeyi bilmelisin çünkü düştüğün zaman Sokaktakiler'in ne yapacağı hiç belli olmazdı.
Bir türlü yaşamayı beceremediğim tıpkı bir hayvan gibi barındığım binanın arkasına gelince duraksadım, duvarda yazan 'Düşersen ölürsün.' çekti dikkatimi, beynimdeki defterin kalın sayfaları hızla çevrilerek bir sayfada takıldı. Biz yazmıştık bunu.. yarım aralık duran bahçe kapısından içeri sızıp, usulca duvarda can bulan boyalara dokunmaya başladım, yavaş yavaş her bir harfin üzerini tavaf ediyordu parmaklarım. Duvardaki pürüzler parmak uçlarımı rahatsız edecek kadar fazla olsada geri çekilmedim. Sol elimi kolyemin üzerine koyunca daha da hızlanıp, harflerle dans ettirdim parmaklarımı. Aklıma gelen her anı parmaklarıma kamçı vuruyordu; daha fazla, daha fazla hızlanıyordum. Birden başımı duvara yasladım, yavaşça yere çöktüm. Kanamaya yüz tutmuş sağ parmak uçlarımı da sol elime sarmalayıp kolyeme sığındım. Ben elli beş kiloyum ve bir avuç kolyeye sığınıyordum.
"Sen biliyor musun kim ölü kim diri,
Ben düşüyorum tutmuyor hiçbir yerim." sözleri zihnimde dolaşırken ne dökülen gözyaşlarımı ne de akan burnumu silme gereksinimi duymuyorum, kanayan başım bile umrumda değil, bu tükenmişliğin kaçıncı boyutu bilmiyorum. Nereye kadar böyle gidecek bilmiyorum, zaman ne getirecek onu da bilmiyorum. Sadece seviyorum ve bu beni ayakta tutmaya değecek bir neden.Hışımla ayağa kalkıp binadan içeri girdim, eski tiplemelerdi buralar asansör de yoktu, tabana kuvvet. Beşinci kata gelince açtım küflü kapımı, rutubet ve çürümüş yumurta kokusu yüzüme yüzüme vuruyordu. Koltuğa bedenimi fırlatıp bir sigara tutuşturdum, parmaklarım kanamaya başlamış ve sigaramı lekeliyordu. Bunu da umursamadım. Sol elim hala kolyemdeydi pencereden içeri vuran ışık hüzmesine doğru tutup kolyemi defalarca kez yaptığım gibi büyük bir merakla inceledim, sanki ilk kez görüyormuş gibi. Uzun ince koni şeklindeydi ve baş kısmında tıpa görevi yapan obsidyan taşı vardı. Dışı cam olduğu için içindeki cisimler rahatlıkla görülüyordu.Benim için bir annenin yaptığı ilk canlı doğum kadar kutsal olan kolyemi dudaklarıma götürüp ufak fakat acı, belki de özlem dolu bir buse bıraktım.
Bir insan için yaşamak, hayatla savaşmak, pes etmeyi bilmemek..Kader, yıkılan domino taşları gibi üzerine felaketleri yağdırdığında bile son yıkılan taşın önünde dimdik bekliyorsun ve yoluna bakıyorsun, aklında intihar yok. Bu mükemmel bir savaş. Elbet zafer bizim.
Sigaramı söndürüp yüz üstü kanepeye uzandım, tek istediğim biraz uykuydu. Kanım koltuğa imzasını atınca usulca banyodaki büyük aynaya yaklaşıp alnıma baktım üç dikişle kurtarılırdı. Alnımdan yanağımla kulağıma doğru akan kanlar kırmızı yollar olup kurumuştu, cehenneme giden yol da kanlarla döşeli miydi? İlk olarak kandan oluşan yollarını temizledim. Kan kokusu hücum ederken burnuma, bir yandan da parmak uçlarımı yara bantlarıyla sarmaladım. Kendimi bu kadar kaybetmeye ne zaman başlamıştım ben? Ne içindi tüm bunlar, her şey bitince sahiden soğuyacak mıydı içim? Peki yine eski ben olabilecek miydim, sanmıyorum. Alnım yine kanamaya başlıyordu, atletimden bir parçayı yırtıp alnıma tutturdum. Yara bandını da onun üstüne. Şimdilik idare ederdi nasıl olsa. Eski dikiş kutusundan biraz iplik ve bir iğne alıp cezvede kaynamaya koydum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ENGEREKLERİN DANSI
Teen FictionGenç kadın başını kaldırıp tepesinde uçuşan akbabalara baktı. "Yaşadığının tek belirtisi üzerindeki üç gram et, ondan başka hiçbir vasfın yok ölde bizde işimize bakalım." der gibiydiler. Bir mandalla tutturulmuşçasına dik olan burnunu sanki mümkünm...