"Daha iyi misin?"
Başımı sallamak istedim ama yapamadım. Seslice iç çekebildim sadece. Hâlâ tam olarak iyi sayılmazdım. Belki bir nebze de olsa rahatlamıştım ancak çoğu şey düzelebilmiş değildi. Başımda Yılmaz gibi bir bela olduğu sürece de bir şeyler düzelecek gibi değildi.
Ellerimle oynayıp dururken beni iki zıt yöne çeken düşüncelerin ortasında kıvranıyordum. Nedense Yılmaz konusunu Hicran'a anlatmaya biraz çekiniyordum. Belki de annemin sırf para için beni otuz yaşındaki bir adamla evlendirecek olmasına utanıyordum. Yahut o adamın bana söylediklerini dillendirmeye... Ancak o kadar doluydum ki, şimdi taşmazsam başka hiçbir zaman taşamayacak gibiydim. O yüzden anlatmaya karar verdim:
"Biliyorum, başını şişirdim. Çok şişirdim hem de ama..."
Mahcup bir sesle konuşmaya başlayınca Hicran yine rahatsız oldu. Sözümü kesip, "Hayır, lütfen öyle düşünme." dedi. Sonra tebessüm etti. "Hem, Peygamberimiz bir hadisinde, 'Kim bir Müslümandan bir sıkıntıyı giderirse, Allah Teâlâ o kimsenin kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir.'* buyuruyor. Tamam, belki sıkıntını tam anlamıyla gideremem ama yükünün bir kısmını sırtlanmak isterim kardeşim..."
O böyle söyleyince derdimle onu sıkabileceğim endişesini içimden söküp attım. Rahat bir nefes alıp, "Peki..." dedim. "O zaman anlatıyorum?"
"Dinliyorum." diyerek dikkatle gözlerime baktı. O, ilgili oldukça daha bir hararetle anlatasım geliyordu. Konuşurken yüzüme bakmayan, sıkılgan tavırlar sergileyen veya başka biriyle ilgilenen insanlardan hiç hazzetmezdim. Zaten insan; mimiklerinden, ses tonundan ve beden hareketlerinden kendisini ele veriyordu. Seve seve mi dinlediği, yoksa zorla mı dinlediği apaçık belli oluyordu. Hicran, kendi hakkında pek bir şey anlatmasa da dert dinlemeyi ve onlara çözümler üretmeyi seviyor gibiydi. Ama bunun her zaman böyle olmasını istemezdim. Sadece benim bir şeyler paylaşmamla devamlı bir kardeşlik elde edemezdik. Belki dışarıdan bakınca çok soğuk ve çekilmez biri gibi duruyordum ama değer verdiğim bir insanın dertlerine ortak olmayı ben de çok severdim. Yalnızca derdimi ona yüklemek değil, aynı zamanda dertlerini yüklenmek isterdim. Tabii bu isteğimi dile getirmeden de duramadım:
"Ama hep ben anlatıyorum, böyle devam etmesin. Sen de bir sıkıntın olduğunda benimle paylaşacaksın, tamam mı? Hep derdini anlatan ama hiçbir derde dermân olmayan bencil biri olarak görünmek istemem."
Başını sallayıp, "Tamam." dedi. "Hem artık kardeşiz biz, unuttun mu? Dile gelecek bir dertse paylaşırım elbet. Sadece bazı şeyler dile gelmiyor. İşte onlar için söz veremem."
Bu kadarına bile razı olduğum için, "Tamam o zaman..." dedim. "Anlaştığımıza göre anlatıyorum."
"Hadi..." deyip tekrar dikkat kesildi.
"Şimdi... Ben..."
Nereden başlayacağımı bilemediğim için bir süre lafı ağzımda geveledim. Sonra nedense bir şey saklamanın gereksiz olduğunu düşünüp umursamadan anlatmaya başladım:
"Benim annem normal anneler gibi değildir. Şu kadarını söyleyeyim; babamı kanser etti ve hayattaki en değerli varlığımı benden kopardı. Yani belki tamamıyla değil ama eminim ki kanser olmasında onun da payı vardır. Eğer kendimi odaya kapatmasam ve hep onunla vakit geçirmek zorunda kalsam eminim ki beni de kanser ederdi."
Annemden bahsedince gözlerimi devirmekten kendimi alıkoyamadım.
"Her neyse... Annem, genellikle sosyete kesiminin evlerine gider. Yemek falan yapar. Sadece bunu da yapmaz ama... Onlara yağcılık yapar. Evde ne kadar tembelse iş yerinde o kadar çalışkandır falan... Eee, bazıları da pohpohlanmaya pek düşkün olunca annem de işsiz kalmıyor hâliyle... Babam öldükten sonra kendine meslek edindi bazı zengin çevrelerde."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ÂSİYE (Düzenleniyor)
Spiritual"Ne kadar güçsüzüm değil mi? Zayıf, âciz, küçük..." Hicran, derin bir nefes alıp bana döndü. Tatlı tatlı esen rüzgârda ileri geri giden eşarbının önünü düzeltti. Son olayın etkisinden hâlâ çıkamamıştık ve parka geldiğimizden beri doğru dürüst konuşm...