İnsan, sadece varlığıyla bile etrafındakilere zarar verebilir miydi? Bu zarar, ilk önce kendisini, sonra da çevresindeki herkesi yavaş yavaş sindirebilir miydi? Nasıl bir şeydi bu? Hayatıma birden dâhil olan ve çıkmaya da hiç mi hiç niyeti olmayan bir adam yüzünden hem ben, hem de çevremdekiler zarar görüyordu. Bu, apaçık bir tehdit gibiydi. Üstelik bu tehdit sadece Ömer'e değil, bana da yapılmış gibiydi.
"Sevdiğin kim varsa yavaş yavaş yok edeceğim." der gibiydi bu yaptığı. Acımasızca, insafsızcaydı. Arabasında benimle uğraştığı zaman yahut tehditkâr bir sessizliği kuşandığı zaman kafasının içinde planladığı bazı şeyler vardı. Bunu şimdi daha iyi idrak ediyordum. Şaşırarak izlediğim o sakinliği, kurduğu planların sonuç vermesine duyduğu inançtan ileri geliyordu. Bunu anlamamak için ya hiç düşünmemek ya da aptal olmak gerekirdi.
Eve ilk getirdiğim hâline nazaran biraz daha toparlanmış olan ve tavana bomboş bakışlarla bakan Ömer'e çevirdim gözlerimi. Ona kırgındım. Çok kırgındım hem de, inkâr edemezdim. Ama küçüklüğümden beri biriktirdiğimiz anıları nasıl unutabilirdim? Yılların birikimiyle birlikte gelen o yoğun sevgiyi yüreğimden nasıl söküp atabilirdim? Söylediklerini unutamıyor oluşum yahut bu geçmek bilmeyen kırgınlığım, ona verdiğim büyük değerin bir yansımasıydı. İnsanın, sevdiği ve değer verdiği birini öyle tek kalemde silip atması çok zordu.
Oysa yüzü bu hâle gelmeden önce, ondan nefret etmeye başladığımı zannetmiştim. Yüreğimi ezip duran o şiddetli duygunun nefret olduğunu zannetmiştim. Ama o duygu, kırgınlıktan ve kırgınlığın çeşitli yansımalarından başka bir şey değildi. Bunu şimdi, o karşımda boylu boyunca uzanıp belki de acısını gizlemek için bomboş tavana bakarken daha iyi idrak ettim. Canım o kadar yanıyordu ki, kırgın olmasam ona sarılıp omzunda gözyaşı dökebilirdim. Fakat yapamıyordum işte. Çünkü artık sarılacağım kişinin kollarında bir kardeş sıcaklığı olmayacağını biliyordum. O kollarda artık, duyguları yön değiştiren birinin yabancı, soğuk ve itici bir gücü vardı.
Zihnimden geçirdiğim şeyleri okuyor gibi, hızlı denebilecek bir hareketle gözlerini bana çevirdi. Sanki ela gözleri soluk yeşil bir tona doğru yol alıyordu. Nedense o an içimden, gözlerimi ondan kaçırmak ve keskin bakışlarından saklanmak geçti. Ama bundan hiçbir rahatsızlık duymuyormuş gibi yüzüne bakmaya devam ettim. Bir şey söylemesini beklesem de bu beklentim boşa çıktı. Sadece beni seyrediyor, belki de gözlerimdeki ifadeden aklımda dolanan düşünceleri yakalamaya çalışıyordu. Onları saklamak konusunda ne kadar başarılı olduğumu bilmediğim için boğazımı temizleyip dikkatini kendi üzerimden çekmeye çalıştım.
"Sana neden bunu yaptı?"
Kendimden bile beklemediğim bir soğukkanlılıkla bu soruyu yönelttiğimde, önceden hiçbir hazırlık yapmadan sorduğumu fark ettim. Aramızdaki hava o kadar gergindi ki eğer saçma bulmasam odadan çıkıp gidebilirdim.
"Onu bekledim." deyip gözlerini tekrar tavana dikti. Sanki orada yaşadıklarının bir yansımasını görüyor gibi kaşlarını hafifçe çatıp anlatmaya başladı:
"Geleceğini biliyordum... Hissetmiştim belki de, bilmiyorum. Ama eğer gelmeseydi bile beklemeye devam ederdim... Geldi sonra. Beni tanıdı. İlk önce sinirlendi, suratından anladım. Sonra aldırmaz görünmeye çalıştı, umursamadan yanımdan geçmek istedi, izin vermedim. Evlenmenize izin vermeyeceğimi söyledim. İçimdeki bütün kini kustum ona. Şerefsiz, içimi tamamıyla kusmama bile izin vermeden hiç beklemediğim bir anda yumrukladı beni. Afallayınca da bundan güç alıp vurmaya devam etti... Sonuç bu."
Yüzünü işaret edip kafasını tekrar bana çevirdiğinde dudaklarında alaycı bir tebessüm belirdi. Tebessümünün altında yatan o tanıdık acıyı okuduğuma yemin bile edebilirdim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ÂSİYE (Düzenleniyor)
Spiritual"Ne kadar güçsüzüm değil mi? Zayıf, âciz, küçük..." Hicran, derin bir nefes alıp bana döndü. Tatlı tatlı esen rüzgârda ileri geri giden eşarbının önünü düzeltti. Son olayın etkisinden hâlâ çıkamamıştık ve parka geldiğimizden beri doğru dürüst konuşm...