Sezen Aksu - Belalım
Ali, Özcan hocanın odasından çıkıp kapıyı kapatırken karşısında olan üç adama baktı gözlerinde her zamanki bomboş ve bayık bakışlarla. Elindeki bölüm arşiv odasının anahtarını deri ceketinin cebine attı ve üç adama bakmadan ilerleyip "Beni takip edin!" dedi soğuk sesiyle. Sesi öylesine soğuktu ki donduracak cinstendi, bunu üç genç adam da hissetmişti ancak biliyorlardı ki ne yaparlarsa yapsınlar o ses öyle soğuk olmaya devam edecekti.
Ali önden diğerleri birer mahkum gibi arkasından gelirken uzun ve geniş olan boş okul koridorunda yürümeye başladılar. Sessizliği yaran dört adamın her adımında botlarından çıkan gıcırtılar ve nefes alıştan başka bir şey değildi.
Aklına dün Attila'nın yaralarına pansuman yaptığı sıra ona sorduğu soru geldi. Ona, "Amına koyayım adamdan it gibi hem hoşlanıyorsun hem de acımadan kafa göz dalıp sanki düşmanınmış gibi davranıyorsun. Senin derdin ne oğlum?" demişti. Attila'ya söyleyip söylememek arasında gidip gelse de en sonunda omuzlarını silkmişti. Belki o an anlamazdı ama en kısa zamanda onu anlayacaktı, biliyordu. Çünkü hep böyle olmuştu.
Ali korkuyordu, sevmekten ölesiye korkuyordu. Taparcasına sevdiği insanı kaybettikten sonra sevse bile sevgisini belli etmeyeceğine ve çok sevmeyeceğine dair kendine söz vermişti. Annesini kaybettiği gibi bir gün dayısını, ikinci annesi olarak gördüğü yengesini, kardeş dediği Atilla'yı ve olmayan kız kardeşi yerine koyduğu Hüma'yı kaybetmekten çok korkuyordu. Onlardan biri daha giderse hayatından, Ali karanlığa düşecekti ve çocukluktan beri korktuğu karanlığa gömülürdü hayatı. Zaten Korhan'ın onu sevmeyeceğini ve böyle bir şeyin ihtimalinin olmayacağını bile biliyordu. O yüzden gereksiz umut besleyip kendine acı çektirmek istemiyordu. Nietzsche'nin dediği doğruydu, "Umut kötülüklerin en fenasıdır, çünkü işkenceyi uzatır."
Kafası öne eğikken saçlarını eliyle karıştırıp elini ensesine kaydırıp ovdu ve derin bir soluk verdi. Ali düşünmek istemiyordu artık, düşündükçe tahtalarından birini kaybediyordu zira. Tırlatacak duruma geliyordu.
Koridorun sonuna gelip sol tarafa saparken Ali, yanında bir beden hissetti. Kafasını usulca sağa çevirip yanında belirmiş olan bedene baktı. Halil, Ali'nin yanında ona mahcupça bakarken sessiz bir fısıltıdan ibaret olan sesiyle konuştu. Halil sanki biraz daha sesini yükseltse Ali'ye saygısızlık edeceğini hissediyordu dün olanlardan sonra.
"Dün olanlardan sonra konuşamadık Ali. Özür dilerim olanlar için ve engelleyemediğim için."
Ali göz ucuyla omzunun üzerinden arkasında olan bedenlere bakarken Korhan'ın da Anıl'ın da ikisine baktığını gördü ve onları oldukça uzağında bıraktığını anladı. Oldukça mesafe vardı aralarında. Yanında olan Halil'in hafif hızlı soluklarını duyunca bakışlarını iki bedende fazla oyalamadan Halil'e çevirdi Ali. Yine hızlı yürümüştü farkında olmadan. Kafasında bir curcuna ve izdiham varken eğer yürüyorsa hızlı yürürdü sanki o düşüncelerden kaçacakmış gibi. Sanki hızlı yürüse her şey peşini bırakacak ve izini kaybettirecekmiş gibi...
Ali, ela gözlerini Halil'in elmacık kemiği üzerinde olan küçük çürümüş izde dolaştırırken, dün üç gencin onları ayırmaya çalışırken kendisinden ve Korhan'dan nasiplendiklerini, bu yüzden de çok olmasa da hasar aldıkları geldi aklına. Halil'i geçen yıldan tanımıştı ama bu sene üstten ders almasından ve Korhan bunun farkında olmasa da onlarla aynı derse girdiğinden beri Halil ile olan arkadaşlığı sağlamlaşmaya başlamıştı. Çok iyi niyetli ve sağlam karakteri vardı.
Ali, Halil'in dediğine "Sen bir şey yapmadın ki oğlum. Niye özür diliyorsun durduk yere? Olacağı varmış olmuş, yapacak bir şey yok bu saatten sonra elimizde." demekle yetindi. Başka bir şey deme gereksiniminde bulunmadı, çünkü olacak olan hep ona oluyordu ve kimse de çıkıp demiyordu 'Niye bu çocuğa oluyor her şey.' diye.