"bir durgun sudayız, konuşsak da
kuş uçmuyor içimizdeki ormanda..."*
-
Sisli bir zihinle bir uykudan uyanır gibi kendime geldiğimde nerede olduğumu kestiremiyorum. Bakımsızlığından metruk gibi gözüken bir evde olduğumu fark ediyorum ilkin, ardından da ellerimin, ayaklarımın bağlı olduğunu. Gözlerimi birkaç kez açıp kapatarak ne olduğunu hatırlamaya çalışıyorum ancak ağzıma kapanan elden daha yeni bir şey hatırlamıyorum. Ağzımın açık olmasına şaşırarak, daha önce böyle bir olaya dair bir tecrübem olmasa da sanki bağlı olması gerekiyormuş gibi düşünüyorum nedense, seslenmeye çalışıyorum.
"Kimse yok mu?"
Odanın kapısı hızlıca açılıyor. Uzun boylu, suratsız bir adam kapıdan girmeden içeri eğiliyor ve,
"Kes sesini, kimse duymaz seni burada. Başımızı ağrıtma," diyor.
Adamın kendinden emin tavrı, burada olmamla alakalı bir yanlışlık olmasına dair bütün iyi ihtimalleri yok ediyor. Kapı açıldığı hızla kapanırken, faydasız olduğundan emin olsam da elimi kolumu kıpırdatmaya uğraşıyor, ancak iplerin sıkılığı yüzünden canımı acıtmaktan başka bir sonuç elde edemiyorum.
Ne kadar zaman geçtiğini ayırt edemesem de, bir süre sonra, kapıda sesler çoğalıyor, neredeyse bir azar, bir kavga gürültü duyuluyor. Seslerin arasından,
"Kardeşi dedik salak herifler, karısı nereden çıktı!" diyen öfkeli bir sesi ayırt ediyor, ancak doğru duyduğumdan emin olamıyorum. Ardından kapı, ardındaki duvara çarpacak sertlikte açılıyor. Kapı duvara çarptığında yerimde sıçramaktan kendimi alamıyorum. Bu tepkim, içeri giren adamı hayli eğlendiriyormuş gibi gözükürken, adam tam önümde duruyor, uzun uzun yüzüme bakıyor.
"Hay Allah," diyor, yüzünde gergin ve küstah bir gülümsemeyle. "Biliyor musunuz, bir aslında başkasına niyetlenmiştik, kısmette sizi ağırlamak varmış." Biraz duraksadıktan sonra devam ediyor. "Yabancı değil canım," diyor abartılı ve sahte bir samimiyetle. "Esma hanımı ağırlayalım demiştik, sizle müşerref olduk."
"Kimsiniz siz? Derdiniz ne?" diyorum uzatmadan. Korku damarlarımda dört nala koşsa da, belli etmemek, dik durmak istiyorum. Gözlerim yanmaya başlasa da, ağlamak istediğim en son şey.
"Cık cık cık.." Başını abartılı bir ifadeyle iki yana sallıyor. "Çok kaba, hiç sohbet etmeyecek miyiz?"
Korku beni ele geçirmeden önce neden burada olduğumu iyice anlamak istiyorum.
"Tiyatro mu çeviriyorsun? Kimsin sen? Neden getirdiniz beni buraya?" diye bağırıyorum. Ellerimi, ayaklarımı oynatmaya çalışmak faydasız kalıyor, ve çaresizlik hissini daha da yoğun yaşatıyor bana.
Adamın yüzündeki yapmacık gülümseme, bağırmamla solup gidiyor. Kaşları çatılıyor, bir iki adım daha yaklaşıyor oturduğum sandalyeye. Hafifçe eğilip yüzünü yüzümün hizasına getiriyor.
"Aziz Arif Bey'le ufak bir meselemiz vardı, iyi vatandaş rolleri keserken biraz canımızı sıktı," Yüzündeki ifade git gide sertleşiyor. "Derken... aramızdaki hesapların dengesi biraz karıştı. Onu düzelteceğiz."
Başını iyice eğip, yüzünü yüzüme yaklaştırmasıyla kendimi geri çekmeye çalışıyorum. Beni rahatsız etmek onu hayli memnun ediyor. Gözlerinde ortaya çıkan uğursuz parlaklık sanki içimin tüm ışıklarını çalıyormuş gibi hissederek ürperiyorum.
"Rahatsız mı ettim?" diyor. Ardından bir eliyle saçlarıma yapışıp iyice çekiyor. Bu kez tepeden bakarken konuşuyor.
"Güzel," diyor. "Çok güzel." Hadsiz bakışlarla beni uzun uzun süzüyor, ardından kendi söyleyeceklerini pekiştirir gibi başını sallıyor aşağı yukarı. Eli hala saçlarımı çekerken, devam ediyor. "Ben de öyle ummuştum."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Gülce
General Fiction"yürüdüğüm ömrüm değil, keskin bir tuz hikâyesi." * ..sinirlendiğini hissedebiliyorum. Elinde olsa kanımda dört nala koşturan cesareti bacağından vuracağını da biliyorum. Gözlerini gözlerime dikiyor ve siniri her tınısında taşıyan bir sesle, "Belki...