"n'olur sessizliğin sarayında oturmahayatın üveyi olma, n'olur"*
-
Bütün gece dönüp duruyorum yatakta, uyku tutmuyor. Aklımın içinde onlarca düşünce dönüp duruyor, bazen kendimi haklı sayıyor, sıklıkla da hata ettiğimi düşünüp hayıflanıyorum. Güneş doğmak üzere iken de nihayet uykuya yenik düşüyorum.
Kahvaltıda Aziz Arif'i göremiyorum, Zümrüt Hanım bugünkü misafir telaşından ötürü Aziz Arif'in yokluğunu benden bilmiyor, ya da ben sebebin bu olduğunu zannediyorum. Menderes Bey sabah kahvesinden sonra işleriyle ilgilenmek için odasına çekilince ben de mutfağa gidiyorum. Rabia teyze bir yandan mutfakla ilgilenirken, bir yandan da benimle uğraşıyor.
"Ne oldu şekerli hanım, yüzün asık? Ağam gitti diye mi bozuldu moralin?"
İlk anda ne söylediğini tam idrak edemiyorum. Hazmetmeye hazır olmadığım bu bilgi farkındalık duvarını aşıp idrakime sert bir tokat gibi çarptığında, duraksıyorum birkaç saniye.
"Gitti? Nereye?" diyorum, daha karmaşık bir soru cümlesini oluşturabilecek halde değilim.
"E gitti ya Ankara'ya, sabahtan, işi varmış ya," diyor Rabia teyze, bilmememin mümkün olmayacağını düşündüğü bir şeyi söylüyor olmanın rahatlığıyla. Yüzüme bakıyor sonra, ihtimal ki yüzümdeki ifadeden bilmediğimi anlıyor, elindeki işi bırakıp yanıma geliyor.
"İyi misin Gülce, kızım?" diyor, kolumdan tutup bir tepki almayı beklediği anda. Bir şaşkınlığın elinden sıyrılıyormuşum gibi kendime geliyorum. "İyiyim, iyiyim Rabia teyze," diyorum hemen. "Ben erkenden kalkmadım ya bugün, bir an hatırlayamadım," diyorum.
Rabia teyze bu söylediklerime inanıyor şükür ki, "Gençlik, şekerli hanım, gençlik," diyerek işine geri dönüyor. Bense bir bahaneyle, akşamki yemeğin telaşıyla ortalıkta dört dönen Zümrüt Hanım'ın radarına girmeden odama kaçıyorum. Elimde telefonla dolanıp duruyorum odada, saate bakıyorum. Kendimce farazi bir plan oluşturuyorum, bir evden çıkış saati düşünüyorum Aziz Arif için, yol hesaplamaya çalışıyor, havaalanına hiç gitmediğim için mesafeyi tam kestiremiyor, ancak süreleri bol keseden atıyorum. Havaalanına şu saatte varsa, bagajını şu kadar sürede verse, sonra uçağı beklese, sonra uçak rötar yapsa mesela, ya da belki Ankara uçuşu aslında düşündüğümden daha uzunsa diye düşüne düşüne, hala uçakta olduğuna hükmederek kendimi kandırıyorum. Elimde sıkı sıkı tuttuğum telefonun ekranındaki saat benimle alay ediyormuş gibi gözüme bakarken, kendi hesabımın sağlamasını yine aynı iyimserlikle kendim yapıyorum.
"Kesin uçaktadır," diye düşünüyorum, "Yoksa muhakkak arardı."
Vakit geçiyor, mümkün ki Diyarbakır'dan Ankara'ya bir değil, birkaç uçak varıyor ancak telefon çalmıyor. Odada sıkılıp avluya çıktığımda Zümrüt Hanım'ın dikkat alanına giriyor, verdiği işlerle meşgul oluyorum, fakat telefon yine çalmıyor. Öğlen vakti, sırtını serin bir ikindiye yaslıyor, Aziz Arif benim farazi öğle yemeği planımın ardından acil bir toplantıya girmek zorunda kalıyor ve telefon yine çalmıyor. Neredeyse Esmalar gelmek üzereyken Zümrüt Hanım tarafından, süslenmem için odama yollanıyorum, ihtimal ki Aziz Arif'in toplantısı çok uzuyor ve bu yüzden telefon çalmamakta ısrar ediyor.
Esmalar geliyor, Zümrüt Hanım kırgın olsa da kızını ve elbette ağabeyimi, mükellef bir sofra ile ağırlıyor, Menderes Bey otoritesine uygun, sanki pusuya yatmış bir babacanlıkla masada oturuyor, zaman geçiyor, ancak telefonum çalmıyor.
Esma yemekten sonra kadın kadına oldukları bir anda annesine bir torun müjdesi veriyor, Zümrüt Hanım'ın gözleri dolu dolu oluyor, ama manalı gözlerle bana bakmayı ihmal etmiyor; parmağımdaki yüzüğün eşini taşıyan adam telefonumun sessizliğinin sebebi olmaya devam ediyor.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Gülce
General Fiction"yürüdüğüm ömrüm değil, keskin bir tuz hikâyesi." * ..sinirlendiğini hissedebiliyorum. Elinde olsa kanımda dört nala koşturan cesareti bacağından vuracağını da biliyorum. Gözlerini gözlerime dikiyor ve siniri her tınısında taşıyan bir sesle, "Belki...