"ben bildiğimi unutuyorum seni öğrendikçe"*
-
Aziz Arif'in Ankara'ya gitmesiyle son günlerde birazcık da olsa hareketlenen rutin hayatım eski tekdüzeliğine geri dönüyor. Sofrada olduğumuz zamanlar dışında genelde ya Rabia teyzelerle mutfaktaki işlerle oyalanıyorum, ya odamda annemlere son ziyaretimden getirdiğim kitaplarımı okuyor, yapacak hiçbir şey kalmayınca son çare alt kattaki küçük odada televizyon izliyorum. Zaman geçmek bilmiyor. Gün boyunca süren sessizlik, sofrada da peşimi bırakmıyor. Menderes Bey ve Zümrüt Hanımla yalnızca bakıştığımız öğünleri paylaşıyoruz kocaman masanın etrafında.
Aziz Arif'in gittiği günden dört gün sonra ise, kahvaltıdan sonra Zümrüt Hanım benimle çarşıya çıkmak istediğini söylüyor. İtiraz edip Zümrüt Hanımla inatlaşmaya hem halim, hem de bir nedenim yok. Günlerdir evde olduğum için de peşine takılıp çarşı yolunu tutuyorum. Son çarşı hadisesinden olsa gerek, düğün alışverişinde peşimizde olanların iki katı kadar adamla çarşının altını üstüne getiriyoruz. Zümrüt Hanım kendine yeni bir oyuncak bulmuş gibi halinden memnun, ve düğün zamanı fikrimi sormadan alıp poşet poşet konağa taşıttıklarından bihabermiş gibi bana yakışacağını düşündüğü elbiseleri duraksamaksızın alıyor. Denediğim onlarca elbisenin içerisinde su yeşili bir elbiseyi ben de çok beğeniyorum. Üzerime giyip kabinden çıktığımda Zümrüt Hanım uzun uzun süzüyor beni tepeden tırnağa.
"Yakıştı bu, pek yakıştı, gözlerin iyice çıktı ortaya," diyerek de beğenisini belli ediyor. Bunca şey aldığımız için hem mahcup hem de yorgun bir şekilde dönüş yolunda sessizlikle oturuyorum arabada. Zümrüt Hanım, bir ara elini elimin üstüne koyuyor. Öndekilerin duymasından imtina ederek, kısık bir sesle,
"Hayırdır gelin hanım? Neden asıldı suratın?" diye soruyor.
Verecek bir cevabım yok. "Hiç, hiçbir şey yok," diyerek geçiştirmeye çalışıyorum. Zümrüt Hanım, oğlunun gözlerine eş kara gözlerini üzerimde dolaştırıyor. Bir cevaba ulaşmış gibi parıltılar görüyorum gözünde. Gözlerinin kendinden eminlikle parlayışı da bana Aziz Arif'i anımsatıyor. Bakışlarındaki dirayetli parlaklığa kendinden emin tebessümü eşlik ederken, elinin altındaki elimi kavrıyor kuvvetle.
"Sen ağa gelinisin, ağa karısısın. Öyle giyinecek, öyle kendinden emin yürüyeceksin ki gören bir daha dönüp bakacak, imrenecek sana. Giydiğin de, taktığın da, yediğin de sana kocanın görevidir, helaldir. Herkes kendi denginde yapar yaptığını, bunda çekinecek bir şey yok."
Zümrüt Hanım'ın beklemediğim bir anda gelen bu sözlerine yalnızca başımı sallamakla yetiniyorum, ve konağa varana kadar ne o ne de ben tek kelime daha etmiyoruz.
Konağa gidince aldıklarımızı odaya götürüyor, beğendiğim elbiseyi tekrar deniyorum. Aynanın önünde bir sağa bir sola dönüp kendimi incelerken Rabia teyze geliyor odaya.
"Kahveye çağıracaktım," diyor, sonra üzerimdeki elbiseyi görünce uzun uzun süzüyor beni. "Pek güzel olmuşsun, pek güzel. Ağam gelince giyersin, şöyle bir de elinde şekerli kahveyle gittin mi yanına..." Şekerli, derken harfleri öyle bastırıyor ki, utanıyorum.
"Sen de mi Rabia teyze?"
Gülüyor, saçlarımı okşuyor, sonra kızaran yanaklarımı sıkıyor. "Bu kadar yeter, kıyamadım uğraşmaya," dese de durmuyor, "Hem Zümrüt Hanımım yeter sana," diyerek uğraşmaya devam ediyor.
"İyi ki kıyamadın," diyerek huysuzlanıyorum. Sırtımı sıvazlarken, "Hadi hadi, ben kahveleri yapmaya iniyorum, soğumadan gel, nazını da kocana yaparsın gelince," diyerek çıkıyor odadan.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Gülce
General Fiction"yürüdüğüm ömrüm değil, keskin bir tuz hikâyesi." * ..sinirlendiğini hissedebiliyorum. Elinde olsa kanımda dört nala koşturan cesareti bacağından vuracağını da biliyorum. Gözlerini gözlerime dikiyor ve siniri her tınısında taşıyan bir sesle, "Belki...