"elimin uzanmadığı dallara konan kuşlara selam ederim"*-
Duyduklarımın ağırlığı altında eziliyor içim. Annem fark ediyor halimi. Sitem ediyor, ısrarıma, merakıma kızarak. Bir şey söylemek, onu rahatlatmak istesem de kendimi toplayıp bir şey söyleyemiyorum. Israrıma yenik düşüp anlattığı için bu defa da kendine kızıyor, bense konuşmaya takat bulamayıp anneme sıkı sıkı sarılarak atmak istiyorum etime sokulan acıyı. Annem "artık gitme vakti" diyene kadar da çıkmıyorum kolunun altından. Annemle babamın ellerini öpüp Esma'ya sarılıyorum. Ağabeyim yüzüme bakmıyor, ben de yanına varmıyorum. Annemler gittikten sonra, ben odaya gelmeden Zümrüt Hanım geliyor yanıma. "Geçmiş olsun," diyor, bir isteğim arzum olursa haberi olmasının yeteceğini söylüyor. Asla sınırını aşan bir yakınlık değil gösterdiği, ama hoşuma gidiyor. Sakin adamlarla odama çıktıktan az sonra ise Aziz Arif geliyor. Kapıyı çalıyor, uyuyup uyumadığımı sorduktan sonra içeri giriyor.
"İyi misin? Ağrın sızın var mı? Söylememezlik etme sakın, doktora gideriz hemen," diyor.
"İyiyim, iyiyim, ağrım da yok sızım da."
"Güzel," diyor. Bakışlarında bana sormak istediği bir şey olduğunu görüyorum ancak hiçbir şey söylemiyor. Kaçamak bakışlarla birbirimize bakıyoruz. Sonra derin bir nefes alıp, "Gülce," diyor.
"Efendim?"
"Ne söyledi sana?" Gecenin rengine eş gözlerinde alev ateş bir fırtına kopuyor bu soruyu sorarken.
"Anlattım ya karakolda."
"Ben anlatmadığın kısımlarla ilgileniyorum," diyor sinirle karışık bir tebessümle.
"Anlatmadığım ne olacak? Her şeyi anlattım, sen de duydun, ötesi yok," diyerek geçiştirmeye çalışıyorum, bakışlarımı kaçırarak. Birkaç adımda yatağın kenarına geliyor, ayak ucuma oturuyor. Uzun uzun bakıyor bana. Sonra başını hafifçe yana eğip, bana son bir şans veriyormuş gibi hissettiren bir ifade ile tekrar soruyor tane tane.
"Sana ne dedi Gülce?"
"Her ne dediyse dedi, sen bu işin içine karışmayacaksın, anlattım işte polise ne varsa," diye çıkışıyorum ben de.
Sabrının sınırlarında gezdiğimi, her kelimemle inşa ettiğim yolda adımlarım cam kırıklarında yürüyormuşum gibi hissettirdiğinde anlıyorum.
"Şehir eşkıyası mıyım ben? Sen beni ne sanıyorsun? Hem, karışmayacağım öyle mi?" Başını ellerinin arasına alıyor, kendini yatıştırmaya çalıştığı görebiliyorum. Saniyelerin ardından bastıramadığı öfkesiyle konuşuyor. "Sana her ne söylediyse bunun cezasını çekmeli, ne saklıyorsun?"
"Adam beni kaçırdı Aziz Arif, hakaret davası mı açacağız bana kötü şeyler söylediği için?" Öfkeyle ne söylediğime dikkat edemiyor, adını ilk kez sesli telaffuz ediyorum, hem de yüzüne. Bendeki duraksamanın aynısını onda da görüyorum. Aramızda ete kemiğe bürünecek kadar güçlü bir sessizlik inşa oluyor zerre zerre. Saniyeler sonra sakin ve tok sesi yıkıyor bu anlamsızlığı.
"Hiçbir şeyi tek seferde halledemeyecek miyiz biz seninle?" diyor sitem eden bir sesle. "Hep tartışmamız mı gerek?"
Ben ve sen dilinden, hatta benim ona karşı sıkça kullandığım "siz" ifadesinden "biz"e dönüşmek garip geliyor. Kuşandığım her zırh birer birer düşerken, ne söyleyeceğimi bilemeyen bir ifadeyle bekliyorum. Sessizliğimi, bakışlarıma yasladığı bakışlarıyla kucaklayıp bekliyor konuşmamı.
"Buyurgansın," diyorum nihayet, sesimi bulduğumda.
"İnatçısın," diye karşılık veriyor. O an bakışlarına öyle sade bir sıcaklık doluyor ki göğüs kafesimdeki kıpırdanmayı tenimde söndüremiyorum. Dilim çözülüveriyor bir anda, bu sıcaklıkla.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Gülce
General Fiction"yürüdüğüm ömrüm değil, keskin bir tuz hikâyesi." * ..sinirlendiğini hissedebiliyorum. Elinde olsa kanımda dört nala koşturan cesareti bacağından vuracağını da biliyorum. Gözlerini gözlerime dikiyor ve siniri her tınısında taşıyan bir sesle, "Belki...