Sabah olunca her şey düzelecek.
Kendime çocukken en çok söylediğim yalanlardan biriydi. Okulda azar yedikten sonra eve gelip yastığa başımı koyduğumda kendi kendime mırıldandığım tek söz bu olurdu. Parkta çocuklarla kavga ettiğimde de, annemle tartıştığımda da, kardeşimle birbirimize girdiğimizde de...
Sabah olunca her şey düzelecek.
Nitekim o zamanlar her şey sabah olduğunda düzelirdi. Gecenin karanlığı bütün kötülükleri hapsederdi. Gündüz ise bu hapsolmuş kötülüklerle birlikte sabahları gecenin karanlığını kovalardı.
Uyuyup uyanmanın hiçbir şeye yardımcı olmadığını, bunun kendime söylediğim koca bir yalan olduğunu annemin ölümünden sonra anlamıştım. O öldüğünde kardeşim daha küçüktü, ölümün ne olduğunu bilemeyecek kadar küçük. Diğer aile üyelerimiz kahrolurken ben kardeşimi zorla odama çıkarıp yatağıma yatırmıştım.
Kardeşimi zorla uyutmaya çalıştım. Başta korkup dakikalarca ağlamış, benimle inatlaşmıştı. Sonunda yorgunluktan uyuyakalmıştı. Benim de uyumam gerekiyordu ben de uyursam ancak o zaman uyandığımızda her şey düzelirdi. Ama uyuyamamıştım. Ben uyuyamadığım için gecenin karanlığı hiçbir şeyi örtememiş, sabahın aydınlığı sihirli ellerini bizim eve uzatamamıştı. Bu yüzden uzunca bir süre kendimi suçladım.
Babam öldüğünde ise bilerek uyumamıştım. O zamanlar bunun bir saçmalık olduğunu bilecek bir yaştaydım çünkü. Fakat kardeşim öldüğünde, polisler soruşturma için evime geldiğinde, arkadaşlarım nasıl olduğumu sorduğunda, öğretmenleri sürekli beni aradığında herkesi kovarak uyudum. Bunun bir rüya olmasını isteyerek, her şeyin sabah olunca düzeleceğine inanan bir çocuk gibi bekledim. Hiçbir şey düzelmedi.
Şimdi ise yeniden uykudan uyanmıştım. Hem de uzun bir uykudan. Uykuya dalmadan önce hak ettiği ölümü bekleyen bir katildim. Uzun bir uykunun ardından ise bambaşka biriydim. Sanki o yaşadığım her şey rüyaydı. Her şey beynimin bir oyunuydu. Asıl rüya olan şeyler ise daha gerçekti.
Kötü şeyler beynimin en uç noktasına itilmiş gibiydi. Gömüldükleri yer her neresiyse yakamı umarım şimdi ki gibi rahat bırakırlardı. Acı ve korkunç geçmişimle yaşamak istemiyordum. Şu an bir kimliğim yoktu. Oh Sehun denilen kişi bir yangında ölmüştü. Ardından ağlayan kimse olmadan hem de.
O gün, diğer günlerden farksız bir şekilde başlamıştı. Tek fark buraya geldiğimden beri ilk defa bu kadar kayıp ve kimsesiz hissetmemdi. Sunhee her şeyi öğrenmişti. Öğrenmesi gereken, kaldırabileceği şeyleri anlatmıştım elbette. En yakın arkadaşının abisi olduğumu, en yakın arkadaşını ölümünde payı olan kişilerin hepsini öldürdüğümü elbette söyleyememiştim.
Bu yüzden Baekhyun haklıydı. Ona hiçbir zaman dürüst olamayacaktım. Sunhee'yi her zaman kandırmak zorundaydım. Tabii burada varlığım uzun sürerse.
Baekhyun'la o tartışmamızdan sonra en azından bir şeyi kesinleştirmiştik. Haklı sebeplerim olsa da bir katildim. İkimizin de tek ortak görüşü buydu sanırım. Gurur duymuyordum elbette yaptıklarımdan fakat şöyle bir sorunum vardı ki hatırlamıyordum. Canavar olduğum, durmadan adam öldürdüğüm günler daha önce de dediğim gibi rüya ya da hayal gibiydi. Sanki bütün o öfkeyi kalbinde barındıran ben değilmişim gibi unutmuştum. Tıpkı kardeşimin yası gibi geçip gitmişti sanki.
Sunhee düşündüğüm gibi bir tepki vermemişti. Wonhyung gibi beni de tersler sanmıştım. Ya da başka herhangi bir tepki verir diye beklemiştim. Benden uzak durması, umursamaması hatta bir ergen olarak beni havalı bulması bile kabul edilebilirdi.
Ancak o kadar şeyi anlattıktan sonra omuz silkip asla kulaklarımdan silinmeyecek cümlelerini söylemişti.
"Seni buraya Baekhyun getirdi. Eğer benim için tehlike oluşturacak olsaydın buraya getirmezdi. O yüzden aranızdaki sorunların sorumlusu olarak beni göstermeyin."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Rescuer
Fanfictionİzin verirseniz size neden 1980 yılında ve neden Londra'da olduğumu açıklayayım.