BİRİNCİ BÖLÜM │I - II

2.5K 53 11
                                    


I


Her gün fabrikanın çığlık çığlığa öten düdüğü işçi mahallesinin isli, yağlı havasını yırtarcasına çınladığında, uykusunu alamamış yorgun insanlar asık yüzlerle, minicik külrengi evlerden ürkmüş karafatmalar gibi dışarı fırlar, buz gibi sabahın ayazında daracık sokaklardan, kare biçimindeki, yağlı sarı koca koca pencerelerinden yayılan ışıkla çamurlu yolu aydınlatarak onları beklemekte olan yüksek taş duvarlı fabrikaya doğru yürürlerdi. Uykulu homurtular, kaba saba küfürler yürürken ayaklarının altındaki çamurlardan çıkan vıcık vıcık seslere karışır, bu seslere de daha ötelerden fabrikanın boğuk gürültüsü eklenir ve alacakaranlık havayı altüst ederdi. Yüksek bacalar sevimsiz ve soğuk görünüşleriyle mahallenin üzerinden gökyüzüne doğru yükselirlerdi.

Akşamleyin güneşin son ışıkları pencerelerde kızıl yansımalarla isteksizce parıldarken, fabrika, yüzleri kirden pastan kararmış bu insanları bir cüruf[1] gibi içinden atar ve onlar, üzerlerine sinen makine yağı kokusuyla, açlığın okunduğu yüzlerinde bir sırıtmayla, yeniden sokaklara dökülürlerdi. Ancak, şimdi seslerinde bir canlılık, hatta bir sevinç belirirdi. Zorlu bir iş gününün daha sonuna gelmişlerdi. Evde onları yemek ve dinlenme bekliyordu.

Fabrika, onların bütün günlerini yutar, makineler kendilerine gereken gücü onların kaslarından emerdi. Günler, ardında tek bir iz bırakmadan ömürlerinden çekilip alınıyor, insanlar farkında bile olmadan mezara doğru bir adım daha atıyorlardı. Yine de onlar, kendilerini bekleyen dinlenmenin keyfi ve meyhaneye gitmenin sevinciyle mutlu hissederlerdi. Bu da yetiyordu onlara.

Yortu günlerinde sabahın onundan önce yataktan çıkmaz, kalkınca da evli barklı, vakarlı adamlar en güzel kıyafetlerini giyer, gençlerin dine karşı kayıtsızlığından yakınarak kilisedeki ayine giderlerdi. Kiliseden eve döndüklerinde ise bir şeyler atıştırır, sonra yine akşama kadar yatıp uyurlardı. Uzun yılların birikmiş yorgunluğu onlarda iştah diye bir şey bırakmazdı, bir şeyler yiyebilmek için midelerini votkanın yakıcı etkisiyle uyarma gereğini duyar, sürekli içer dururlardı.

Akşamları aylak aylak sokaklarda dolaşırlar, hava kuru ve güneşli olsa bile lastik ayakkabısı olanlar ayakkabılarını giyer, şemsiyesi olanlar da şemsiyelerini yanlarında taşırlardı. Lastik ayakkabı ya da şemsiye sahibi olmak herkesin harcı değildi, ama herkes şu ya da bu şekilde komşusundan daha önemli bir insan olarak görünmek isterdi.

Sokakta karşılaştıklarında birbirlerine fabrikadan, makinelerden söz açar, ustabaşlarına atıp tutarlardı, hep işle ilgili şeyler düşünür, hep işle ilgili şeyler konuşurlardı. Günlerin sıkıcı tekdüzeliği arasında zayıf düşüncelerin cılız ışıltıları zar zor fark edilirdi. Evli erkekler evlerine döndükleri zaman sudan sebeplerle karılarıyla kavga eder, çoğu kez onları acımasızca döverlerdi. Delikanlılar zamanlarını ya meyhanelerde geçirirler ya da birbirlerinin evinde eğlenceler düzenler; armonika çalar, açık saçık, çirkin şarkılar söyleyerek oynar, küfürler savurup içki içerlerdi.

Aşırı çalışmaktan bitkin düşmüş bu adamlar çabucak sarhoş olur, içlerinde hastalıklı, tuhaf bir öfke gitgide büyüyerek kendine çıkacak bir yol arardı. Bu endişe verici duygunun yoğunluğunu hafifletebilecek her çareye şiddetle sarılan bu insanlar, en ufak bir bahaneyle vahşi hayvanlar gibi birbirlerine saldırırlardı. Sık sık kanlı kavgalar olur, bu kavgalar bazen yaralanmalarla, kimi zaman da cinayetle sonuçlanırdı.

İlişkilerinde her an fırsat kollayan bir düşmanlık duygusu egemendi ve bu duygu da kaslarındaki devasız yorgunluk gibi bu insanların yakasını ölene kadar bırakmazdı. Bu durum, ruhsal bir hastalık gibi babadan oğula geçerek mezara kadar onları kara bir gölge gibi izler, nedensiz bir vahşetle, türlü türlü tiksindirici davranışlara sürüklerdi.

AnaHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin