BİRİNCİ BÖLÜM │IX - X

329 14 2
                                    


IX


Ana, onu geçirdikten sonra bir sandalyenin üstüne yığıldı ve sessiz sessiz ağlamaya başladı. Sonra bir zamanlar kocasının yaptığı gibi, sırtını duvara dayadı; çaresizliğin alçaltıcı bilinciyle başını arkaya atmış, içindeki acıyı boğazından çıkan boğuk seslere dökerek ağlıyordu. Subayın seyrek bıyıklı sarı yüzü gözlerinin önünden gitmiyor, sanki hâlâ gözlerini kısmış, zevk içinde ona bakıyordu. Sırf adalet istediği için oğlunu anasından ayıranlara karşı duyduğu kin, göğsünde bir kördüğüm gibi sıkıştıkça sıkışıyordu.

Hava soğuktu, yağmur damla damla camlara vuruyordu. Sanki gecenin karanlığında, gözleri olmayan kocaman yüzlü hayaletler, uzun kollarıyla etrafı kollayarak, mahmuzlarını sessizce şıkırdatarak dolaşıyorlar gibiydi. Ana, "Keşke beni de götürselerdi!" diye düşündü.

Fabrikanın düdüğü çığlık çığlığa öterek işçileri çağırdı. O sabah sesi, boğuk kısık ve kararsız gibiydi. Birden kapı açıldı, Ribin içeri girdi. Ananın karşısına geçip, sakalındaki yağmur damlalarını eliyle silerek, "Onu götürdüler mi?" diye sordu.

Ana içini çekerek, "Götürdüler, alçaklar!" diye karşılık verdi.

Ribin gülümseyerek konuştu:

"Demek öyle! Benim eve de geldiler, arayıp taradılar, sövüp saydılar ve çekip gittiler. Pavel'i götürdüler ha! Elbette, müdür bir işaret çaktı, jandarma da başını eğdi ve adam gitti! Birbirleriyle iyi anlaşıyorlar doğrusu. Biri boynuzundan tutuyor, biri sağıyor halkı!"

Ana yerinden kalkarak, "Şimdi Pavel'i savunmak sizlerin görevi!" dedi. "Çünkü o, sizlerin uğruna götürüldü!"

Ribin, "Kimlerin görevi?" diye sordu.

"Hepinizin!"

"Olur mu canım öyle şey! Hiç ummayın bile... Binlerce yıldır güç topluyor bu yöneticiler; yüreğimize binlerce çivi soktular. Bir anda nasıl birleşebiliriz? Önce birbirimizi bu çivilerden kurtarmalıyız. Bizi, kaynaşmış bir kitle olmaktan alıkoyan bu çiviler işte!"

Ribin kendi kendine gülerek ağır adımlarla çıkıp gitti. Sözlerindeki umutsuzluk ananın acısını iyice artırmıştı.

İçinden, "Ya onu döverler, işkence ederlerse!" diye geçti.

Oğlunun kan revan içinde vücudu gözünün önünde belirdi ve müthiş bir korkuyu, buz gibi bir külçe halinde göğsünde hissederek boğulur gibi oldu. Gözleri yanıyordu.

Ana ne ocağı yaktı, ne yemek yaptı, ne de çay içti, sadece akşamın geç saatlerinde bir parça ekmek yedi. Yatağa girdiğinde de kendini ömrü boyunca hissetmediği kadar yalnız ve kimsesiz hissetti. Son yıllarını hep önemli, sevindirici bir şeyler olacağı hülyası içinde geçirmişti. Çevresinde her zaman heyecanlı, telaşlı, hareketli, gürültücü gençler ve bu hayatın yaratıcısı olan oğlunu görmeye alışmıştı. Şu anda ise o yoktu, hiçbir şey yoktu...

Zor geçen günün üzerine uykusuz geçen gece de binince, bir sonraki gün daha da ağır geçti. Ana, birilerinin gelmesini bekliyordu, ama gelen giden yoktu. Yine akşam oldu ve yine gece... Soğuk bir yağmur duvarlarda tıkırdıyor, bacadan sanki uğultular geliyordu. Çatıdan damlayan suyun şıpırtısı saatin sesine karışıyor, bu tuhaf, hazin ses karışımı evi üzüntüye boğuyor, ortalıktaki her şeyi gereksizmiş gibi gösteriyordu... Derken, usulca cama vuruldu, sonra bir kez daha... Ana bu seslere alışkındı aslında, ama bu kez, iğne batırılmış gibi yerinden sıçradı. Belli belirsiz bir umutla yerinden fırladı, omzuna şalını alarak kapıya koştu.

AnaHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin