XXXIX
Dışarda buz gibi bir hava bedenini sarıp, burnuna boğazına saldırarak soluğunu kesiyordu. Ana bir an durup etrafına göz gezdirdi. Az ilerdeki köşede kürklü kalpaklı bir arabacı duruyor, biraz daha ileride de hafif kambur bir adam başını omuzlarının içine çekmiş yürüyor, onun da ilerisinde bir asker elleriyle kulaklarını ovup, zıplayarak koşuyordu.
İçinden, "Herhalde bir şey almaya gönderdiler askercağızı!" diye geçirdi ve üzerine bastığı karların çıkardığı gıcırtıyı dinleyerek yürüdü. İstasyona zamanından biraz erken ulaşmıştı. Tren henüz kalkmaya hazır değildi, ancak yoğun bir dumanla kaplı üçüncü sınıf bekleme salonu bir hayli kalabalıktı: Demiryolu işçileri soğuktan korunmak için sığınmış, arabacılar ve üstü başı dökülen, evi barkı olmayan bazı kişiler de ısınmak için oraya gelmişlerdi. Yolcular da vardı salonda: Kürk paltolu şişko bir tüccar, bir papaz ve yanında çiçekbozuğu yüzlü kızı, birkaç asker, birkaç esnaf ve birkaç köylü. Bazıları votka, çay, sigara içiyor, sohbet ediyorlardı. Birisi kahkahalarla gülüyordu. Başlarının üzerinden yukarılara doğru dumanlar yükseliyordu. Salonun kapısı gıcırdayarak açılıyor ve gürültüyle kapandığında da camlar titriyordu. Havada yoğun bir tütün ve balık kokusu vardı.
Ana kapıya yakın, ortalık bir yerde oturup beklemeye koyuldu. Kapı açıldıkça buz gibi bir hava yüzüne çarpıyor ve bu ananın hoşuna gidiyor, soğuk havayı derin derin içine çekiyordu. İnsanlar üzerlerinde kalın kalın giysiler ve ellerinde kocaman yüklerle beceriksizce kapıdan geçmeye çalışırken takılıyorlar, küfürler savurarak ellerindekileri yerlere veya kanepenin üstüne atarak üstlerine başlarına yapışan buzları silkeliyor, sakallarını bıyıklarını silerek homurdanıyorlardı.
Sarı çantalı genç bir adam içeri girerek çevresine bir göz attıktan sonra doğruca ananın yanına yürüdü. Alçak sesle, "Yolculuk Moskova'ya mı?" diye sordu.
"Evet, Tanya'ya gidiyorum."
"Tamam!"
Genç adam elindeki çantayı ananın yanına koyup bir sigara yaktı, sonra kalpağını düzelterek sakin sakin diğer kapıya doğru yürüdü. Ana çantanın soğuk yüzeyini okşayarak memnun memnun çevresini seyretmeye koyuldu. Az sonra kalkıp kapıya daha yakın bir kanepeye gitti, çanta da elindeydi. Çanta pek büyük değildi, rahatça taşıyabiliyor ve başı dik, ortalıkta dolaşan insanların yüzlerine bakarak yürüyordu.
Kısa paltosunun yakasını kaldırmış genç bir adam ona çarptı ve elini yüzüne doğru kaldırarak sessizce geriye sıçradı. Bu yüz, anaya pek yabancı gelmedi, etrafına bir göz gezdirdi, adam kalkık yakasının üzerinden parlayan gözlerle kendisine bakıyordu. Bu keskin bakışlar anaya bıçak gibi saplandı, çantayı tutan eli titredi ve çanta birden ağırlaştı.
"Ben bu yüzü nerede gördüm?" diye düşünüyor, içindeki tedirgin edici duyguyu bastırmaya, yüreğini usul usul ama kararlı bir şekilde sıkan duyguyu kötü şeylere yormamaya çalışıyordu. Ancak bu duygu giderek yoğunlaşıyor, yüreğinden boğazına doğru tırmanarak ağzına kuru bir acılık yayıyordu. Dayanılmaz bir şekilde tekrar dönüp adama bakma isteği duyuyordu. Bu isteğe boyun eğerek dönüp baktı, adam aynı yerde, ağırlığını bir o ayağına bir bu ayağına vererek, sanki bir karar vermeye çalışıyor gibi dikilip duruyordu. Bir eli cebindeydi, diğer elini ise paltosunun düğmeleri arasına sokmuştu. Bu nedenle bir omzu diğerinden daha yüksek duruyordu.
Ana paniğe kapılmadan sakince kanepeye yürüdü, bir yerinin yırtılmasından korkar gibi dikkatli ve yavaş bir şekilde oturdu. Yüreğindeki şiddetli felaket önsezisinin uyardığı hafızası, adamı daha önce karşılaştığı iki haliyle gözlerinin önüne getirdi. Onu önce Ribin'in kaçtığı gün, sonra da mahkemede görmüştü. Adliyenin koridorunda yanında duran bu adam, Ribin'in kaçtığı gün, kendisine onun ne tarafa gittiğini soran polis müfettişiyle aynı kişiydi; besbelli ki izleniyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ana
Ficção GeralAna adlı roman 1868-1936, doğduğu kente sonradan Gorki adı verilen büyük Rus yazarı Maksim Gorki'nin en ünlü eseridir. Bu romanın ilk basımı 1907 yılında gerçekleşmiş daha sonra, bu romanı Gorki'yi yaşadığı kente adını verdirecek kadar büyük bi...