2.7

1K 82 14
                                    

Kötü, sıkıcı, bunaltıcı bir gün.

7 Aralık Çarşamba
21:59

Gülümse, gülümse, gülümsemeye devam et, daha çok gülümse, gergin olduğunu belli etme, gülümse..

Tamam, bu biraz fazla oldu. O kadar gülmemeliyim, sakinim.

Yirmi adım kadar uzağında olan departman girişine elinde tuttuğu kahvelerle yürürken telkin etti içten içe kendini.

Buraya daha önce de gelmişti, iki kere.

Lakin biri gece yarısı sorgu içinken diğeri kapıdan kahve bırakıp kaçmak içindi.

Üçüncü defa girdiği departmanın içine doğru rahat bir soluk bıraktığında ilgili bakışlar attı bir süre etrafına. İlk iki seferde inceleme fırsatı olmamıştı, şimdi fark ediyordu buranın insanı film setinde hissettiren bir havası olduğunu. İçeriye girdiğinizde ilk olarak gold kapıları bulunan asansör karşılıyordu sizi.

Gözlerini kırpıştırıp asansöre bindiğinde birinci kata basarak bekledi. Üç yanını kaplayan aynalar, aynaların önünde yine gold tonunda korumalık bulunuyordu. Aslında.. Bu şeyin adından emin değildi.

Asansörün durduğunu belirten tiz ses yükseldiğinde dört adımda içeriden çıktı. Etrafta sağa sola koşturan sivil-üniformalı polisler dolanıyordu. Yanii, o siviller polisti. Sanırım?

Etrafında daireler çizerek inceledi biraz daha çevresini. Sağ tarafında kalan duvar sarı, altın görünüşlü sembollerle süslenmiş, dört bir köşeye ayrılan kapı benzeri dikdörtgen, büyük şekiller bırakılmıştı. Duvarın tam orta kısmında sarı ışıkla aydınlatılmış anıt bulunuyordu. Duvarın sonu bir başka koridora çıkıyor, sağa ve sola ayrılıyordu.

Ortaya doğru sakin adımlar atarken sol tarafa çevirdi bu defa başını. Anıtı arkasına aldığında koridorun bulunduğu sağ taraf ve az evvel asansörden inmiş olduğu sol tarafta duvarlara birleşmiş iki merdiven bulunuyordu. Bu da biri büyük olmak üzere üç kapının bulunduğu kata çıkıyordu. Hemen karşısında cam ve kahverengi ahşaptan yapılma bir duvar/kapı, bunların hemen önünde, merdivenlerin altlarına doğru iki büyük masa vardı.

Ona garip bakışlar atan polislere ufak bir baş selamı ile gülümsediğinde gerginlikle gelen terleme hissini atmaya çalıştı. Dikkatini başka yöne çekmek adına cam kapıya, diğer tarafını incelemek için ilerleyeceği sırada adını duyması onu ayaklarından yere çivilemişti.

"Park Chanyeol." Kulaklarının yabancı olduğu bu kalın ses soluğunu keserken gözlerini sıkı sıkıya kapamış, yok olmayı dilemişti.

"Yanlış mı söyledim, sen şu liseli çocuk değil misin?" Bu defa ses daha yakınından tam karşısından geldiğinde yaptığı saçma hareketin bilinciyle açtı gözleri.

"Pekâlâ sessiz çocuk, bir sorun mu var? Neden buradasın?" Ellerini beyaz önlüğünün ceplerine koymuş, ona tek kaşı havada cevap bekler vaziyette bakan bedeni beş saniye kadar süzdüğünde yutkunup başını eğdi.

"Hayır efendim, ben sadece.. Demek istediğim.. Bay Byun'u görmek istemiştim, ona kahve almıştım ve en sevdiği olduğu için iyi olur diye düşündüm yani.." Yutkunup derin nefes aldı. "Lütfen beni ona götürün efendim. Kendisiyle bir süredir konuşamıyorum ve endişeliyim."

"Oh.." Aldığı tek cevap basit bir mırıltı olmuştu. Elinde tuttuğu kahve kartonunu sıktı gerginlikle.

Burada olmamalıydı.

Buraya hiç gelmemeliydi.

Sırf endişelendiği için departmana öylece gelebilir miydi ki?

Dişlerini sıktı.

"Hey, bayılacak gibi görünüyorsun. Gel buraya ve biraz su iç."

" Ama ben y-yani..."

"Tamam, Baekhyun'u görmek istiyorsun. Ama önce oturmalısın." İtiraz edemedi, sessizce ilerledi ve gösterdiği yere oturdu. Az evvel incelediği sağ merdivenin altında bulunan masaydı bu.

"Hadi biraz su iç." Başını iki yana salladı olumsuzca. Kucağında tutmaya devam ettiği kahvelere indirdi bakışlarını.

"Bak Chanyeol, bunu söylemem doğru olmaz. En azından Baekhyun bilse ağzı-.. Yani beni paralar. Ama-.."

"Efendim, çok özür dilerim lakin sizi anlamıyorum."

"Baekhyun hastanede Chanyeol, durumu ağır." Bi' çırpıda söyleyiverdi.

Sakin böylesi daha iyi olur gibi gelmişti.

"Efendim? Bay Byun neden hastanede?" Tekrar duyma ihtiyacı içinde sordu, daha farklı bir cevap almayı, yanlış duymuş olmayı diledi.

"O-.." Duraksayıp endişe içinde bacakları titreyen bedeni süzdü. "vuruldu."

Ve durdu, bacakları hareketini kesti.

Ellerinin sıkılaşan tutuşu ile ezilen bardakları ve taşan kahveyi göz ardı etti.

Cevap almayı bekledi, tepki gelmedi.

"Sen iyi misin Chanyeol?"

Chanyeol başını iki yana salladı. Jongin onun burun çekişini duyarak su almak üzere bardağa uzanırken bir şey söylemek adına yaklaşan polisleri basit bir el hareketi ile gönderdi.

"Su içmek ister misin? Seni dışarı çıkarayım mı? Hava almak ister misin?" Aldığı cevap sessizlik olmuştu.

"Kahveleri almamı ister misin? Dökülecek gibi duruyorlar." Başını hızla iki yana sallayan beden kahveleri daha çok çekti kendine.

"Baekhyun hyunga almıştım, ona verecektim. Ona vermeliyim. Ben.. Ben benim gitmem gerek. Kahvesi soğumamalı. O soğursa hiç sevmez ki yani.."

"Hey.. Sakin ol, senin için-.."

"Ben gitmeliyim efendim." Hızlı kalkışı ile sözü kesildiğinde kısa süreli şaşkınlıkla baktı karşısındakine.

Çenesinden kopan iki damla, kahve bardaklarına düşmüştü. Başını iki yana salladı ve asansöre çevirdi adımlarını.

"Chanyeol bekle."

"Rahatsız ettiğim için özür dilerim efendim, iyi çalışmalar." Doksan derece eğilerek cevapladı ve asansöre attı kendini.

Dışarı çıktığında yüzünü sıyırıp geçen soğuk esintiyle tuttu nefesini.

Ağlama, şimdi olmaz.

Kendini telkin etti dişlerini sıkarak. Boğazından yükselen kasılma dudakları arasından hıçkırığın kaçmasına sebep olurken telaşla dudaklarına bastırdı ellerini.

Kahveler ayaklarına düştü, kapakları açılarak döküldü.

"Hyungumun kahvesi.." Yere eğilerek üzerinde 'BH yazan bardağı aldı.

Alt dudağını dişleri arasında ezerken ayaklarını hareketlendirdi. Ağlamamaya çalışıyordu. Ağlamaması gerektiğini düşünüyordu.

Yapamadı.

"Lütfen ölme, lütfen.." Git gide kısılan sesiyle sayısız kere tekrar ederken koşmaya başladı.

Sakinleşmesi gerekiyordu.



Söylesene bana sevgili Tanrım, cehennemi dökmeye ne gerek vardı dünyaya. Charles Xavier

Berceste [BaekYeol]Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin