Uzun bir süre sonra, tekrar nefes almış gibi hissediyordum.
Derin soluklar ardı ardına ciğerlerime inerken, gözlerimin önünde, rüzgarlar arasında beyhude savrulup, ahenkle dans eden zeytin ağaçları; aklımda ise dün gecenin aşk savaşının gazileri, genç aşıklar vardı.
Benim hikayemin, genç aşıkları: Roma İmparatoru Hadrianus ve de eşcinsel sevgilisi Antinous.
Bu durumda, ölümle şereflenecek Antinous kadar cesur davranmış mıydım hiç bilmiyordum ama, aşık olmak; cesaretin ta kendisi oluyordu bazen, özellikle de kelimelerin yetersiz ve büyüsüz kaldığı anlarda.
İşte tam da öyle bir anın içinde gidip gelmiştik saniyelerce.
İşte tam da, aşkın içine batmıştık batacağımız kadar, ve belki de, nicelerini düşlemiştik birbirimizden ayrılırken.
Birbirimizden ayrılıp, bambaşka köşelere savrulurken...
Zamanın ve mekanın bizi birleştiremeyeceği, dakikalara erişirken...
Keşke tek bir öpücüğün bile kaderlerimizi değiştirip, yolculuklarımızı kısa keseceği bir noktaya gelmiş olsaydık.
Keşke, hiç ayrılmasaydık.
Keşke Gökalp'in sıcak nefesi ensemde, gözleri ise hep çehremde takılı kalsaydı.
Keşke, tarifi olmayan bu boşluğu, benden saklanılan gerçekleri, benim iradem dışında gerçekleşen her şeyi yok edebilseydim.
Keşke, şimdi olduğum bu yerde, önümde sıralanmış uzunca zeytin ağaçlarının arasında, kulaklarım rüzgarın uğultusunda, aklım ise sevdiklerimin sağlığında olmasaydı.
Keşke, Gökalp'le hiç kesişmeseydi yollarımız.
Keşke o yollar hiç kıvrılmasaydı, keşke ben hep 'ben' olarak, Hüma olarak kalabilseydim.
Ama olmamıştı işte, ilahi bir plan hepimize hükmediyordu.
En günahsızımızdan, en suçlumuza kadar...
En beterinden, en masumumuza kadar, hepimizi, aklımın sınırına sığmayacak kadar olan hepimizi, etrafında toplayıp; bela damlalarını akıtıyordu, her şeyden üstün olan kader.Toprak yeni yeni uyanıyordu. Aylardan Aralık'tı, ama doğa canlanmıştı. Geceye inat, göklerin en tepesini süsleyen Güneş, her sabah tüm sıcaklığıyla, toprağın altını gıdıklıyor, küçük filizleri uykularından uyandırıyordu. Rüzgar ise, geçen günlerin yanındaydı, geçen güzel günlerin, pişmanlıklarla dolu olan günlerin veyahut da umut dolu olan günlerin...
Değişmeyecek tek bir şey vardı ama, rüzgar bu sefer benim yanımdaydı.
Tüm bu olanlara rağmen, içimi paramparça eden cam kırıklıklarına belki de hayal kırıklıklarına rağmen, rüzgar benden tarafa esiyor; ruhumu bir kez daha özgür bırakıyordu, ıslak toprak kokusunun ince ince yükseldiği yerden.
Ve rüzgar saçlarımda, bir uyanış bırakıyordu.
Bir uyanış bırakıp, beni sevgilinin kollarına bırakıyordu sanki, onun kokusunu bana tekrar veriyordu.Hepsi, düşlediklerimin, kapılarını çalıp çalıp kaçtıklarımın hepsi; anı olmaktan, içimi anlam veremediğim duygularla dolduran anılardan öteye geçemiyordu işte. Bunu Mehmet Emir Bey'in sesinin hemen arkamda, kulaklarımın dibinde yükselmesiyle tekrar anladım.
"Erkenden uyanılmış. Gözler de şişmiş. Gece uyuyamamış galiba birileri."
Rüzgar, dün geceye oranla çok ama çok ılık esiyordu. Güneş ise, benden bile erkenciydi. Gökyüzünün en tepesinden bizleri selamlıyordu, Mehmet Emir Bey'e döndüğümde.
"Evet, pek uyuyamadım." dedim, gözlerim yoğun ışık demetinden kamaşırken. Ardından hemen devam ettim.
"Odadaki tüm camı çerçeveyi indirince, bu güzel ağaçlar bana Fas'ın kokusunu getirdi sanki. Ben de dayanamadım aşağı indim işte, sabah sabah." dedim, önümde bir ordu gibi sıralanmış olan ağaçları göstererek.
Mehmet Emir Bey'in yüzünü uzun süre sonra ilk kez böylesine, net görebiliyordum. Ona en son, dikkatli baktığımda ne kadar çok benzediğimizi düşünürken; şimdiyse, yüzündeki, yorgunlukla titreyen bu ifadeyi hak etmediğini söylüyordum kendime.
Alnındaki kırışıklıklar, Güneş'e bakıp, gözlerini kapatmasıyla daha da çok kendini ele verirken, saçları ise; bu sıcak ışık altında, kahverengiye çalan bir renkle parıldıyordu.
Saçlarının uçları, parlak bir sıvıyla yukarı doğru taranmış ve de kıvırcıklarının bozulmaması için gayret gösterilmişti, bu çok belliydi.
Yıllar boyunca, ayna yerine anneme, Salma'ya baktığımı düşünerek; kıvırcık saçlarımı, elmacık kemiklerimin arasındaki ince çizgileri, hatta ve hatta güldüğümde gözlerimin etrafında oluşan minik çizgileri bile ondan aldığımı sanıyordum.
Babamın, mavi gözlerini, açık renkli tenini almak yerine; annemin sayamayacağım kadar fazla olup, çocukluğumdan beri, güzel yüzünün ve kavruk teninin ona Sahra'dan bir armağan olduğunu düşünmüş ve bu genetik mirastan kendime bir pay almıştım.
Ama yanıldığımı bir kez daha anlıyordum, Mehmet Emir Bey'e baktığımda. Ona ve Yavuz'a baktığımda, söylenmiş yalanların karşısında; gerçekliğe, saf gerçekliğe baktığımı anlayabiliyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
bi' adın kalmalı geriye
Romantikbir adın kalmalı geriye bütün kırılmış şeylerin nihayetinde aynaların ardında sır yalnızlığın peşinde kuvvet evet, nihayet bir adın kalmalı geriye bir de o kahreden gurbet