Ateş Çemberi

109 14 15
                                    

"Aynı kandan bir düşman, hem de en can yakanından... "

İnandıklarım, güvendiklerim, sımsıkı bağlandıklarım, terk edemediklerim, her ne olursa olsun terk edemediklerim...
Bir gecede hepsi değişmişti.
Benim hayatım, benim kararlarım, benim ruhum, hatta 'ben' kimsenin umrunda değildim. Bir kolumdan hiç tanımadığım yabancılar, diğer kolumdan da canım, kanım, 'ailem' olanlar çekiştiriyordu beni.
Bir gecede, sadece bir gecede hiç tanımadığım o yabancılar, bana Salma ve Mithat kadar yakın olmuş; Salma ve Mithat ise benden çok uzaklara savrulmuştu.
Kaderimin eğrisini öğrendiğim günden beri, Salma'nın benim için göğüslediği anneliğinin altında ezilirken; Mithat'ın alçaklığı ve acımasızlığı üzerinde yükseliyordum.
Birçok tezatlık, hayatıma hatta kanıma işliyorken; gözlerim, acısını akıtmış çaresizliğiyle kavruluyordu. Takside ilerlerken, İstanbul'un bulutlar altındaki mazlumluğu Boğaz'ın yakamozuna karışıyordu. O çok sevdiğimiz, babamla okumaya doyamadığımız İstanbul'umuz bile bana iyi gelmiyordu şu an. Çünkü bahsiyle yoğrulmuş çok anım vardı. Hepsi bedenimin, zihnimin, yüreğimin farklı farklı yerlerine işlenmişken, saklandıkları yerlerden çıkmaları, bana saldırmaları, beni hırpalamaları karşısında hazırlıksız kalacaktım.
Hepsini kendimden, söküp atmak isterken, aynı zamanda da gitmelerine, onları kaybetmeme katlanamıyordum.
İşte benimkisi böyle bir tezatlıktı. Siyah ve beyaz gibi, iyi ve kötü gibi, doğru ve yanlış gibi...
Ama bu hikayede ne doğru vardı ne de yanlış. Ne haklı vardı ne de haksız. Ne iyi vardı ne de kötü.

Hayatımın, derin bir özlem ve buruklukla hatırladığım günlerinin birinde, Fas'taki evimizin balkonundan cılız bedenimi sarkıtıyor, çok uzaklardaki kum dağlarını seyrediyordum. Salma'nın balkona girmesiyle, minik bedenimi geriye savururken endişeyle bana baktığını sezebiliyordum. Ama o kadar yumuşak kalpli ve şefkat doluydu ki, bana hiç kızmamıştı. Yanlışlarım doğrularımı götürürken bile incinmemden korkan annem, yıllarca beni benden saklamış, aklınca beni kötülerden korumuştu.
"Hiç öğreneceğimden korkmadı mı? " derken kendi kendime, sorduğum soru karşısında ben bile bir cevap veremiyordum. Çok korkuyor olmalıydı, beni kaybetmekten, beni uzaktan seyretmekten. Beni gerçekten seviyor olmalıydı, kaybedemeyecek kadar, kalbinde yaratacağım özlemime dayanamayacak kadar.

Salma'ya haksızlık ettiğimi düşünürken, Mithat'ın yaptıklarını ise yere göğe sığdıramıyordum. Ama hangi yaptıklarıydı karar veremiyordum. Çocuk sahibi olabilecekken, ömrünü kendi kanından kendi canından olmayan bir çocuğa adamasını mı, yoksa kanı canı olmuş çocuğunu ateş çemberinin tam da ortasına atmasını mı?

Tezatlıkların üstüne basıp daha da yükseğe ulaşırken, zirvenin bana tattıracağı hayal kırıklıkları arasında ne yapacağımı da düşünüyordum aynı zamanda. Belki de daha büyük bir hayal kırılığı yoktur, diyordum kendi kendime. En büyük hayal kırılığım annem ve babam olarak kalacaktı.
Bir gün öncesinde, 'en büyük şansım' dediğim annem ve babam...

Taksi, İstanbul'un minarelerini teker teker ziyaret ederken; sokak lambaları yolumuzu aydınlatıyor, rehberimiz oluyordu. Yol boyunca yaşadığım şokun bir açıklamasını kendime yapmaya çalışırken, taksi sonunda durmuştu. Ücreti ödeyip kendimi köşkün büyük bahçesine iterken, burnumun acıyla sızladığını hissettim. Yine bir yumru boğazımın tam ortasına oturmuştu. Ne yutkunabiliyordum, ne de ağlayabiliyordum. Tekrardan tezatlıkların arasına karışmışken, köşkün devasa kapısına birkaç tıkırtı bıraktım. Kapı büyük bir misafirperverlikle aralanıyorken, karşımda beliren yüz Mehmet Emir Bey'in yüzüydü.
Rahatlamış bir tavırla sözlerine başladı:

-Neredeydin kızım? Ağabeyin de aradı açmadın. Çok merak ettik.

Hakkında hiçbir şey hissedemediğim bu adam karşısında, kendi babamı düşünerek yerlerin dibine giriyordum. Boğazım hafif bir sızıyla dirilirken, gözlerim de daha fazla dayanmak için direniyordu.

bi' adın kalmalı geriye Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin