Kanımın Kanı

82 11 39
                                    

Ah, asil geçici ve kararsız ruh!
Bu hamurun arkadaşı ve ortağı!
Şimdi kanatlarını açıp da göğün,
Hangi uzak bilinmezine gittin?
Tanıdık neşen yok artık,
Sadece soluk, kasvetli ve sahipsiz suretin.

-Publius Aelius Hadrianus

Kan kokuyordu.
Arterden, büyük bir basınçla fışkırmış ve her zerreme işlemiş, gözlerimin etrafına pıhtılaşarak tuhaf motifler çizmiş, bakır kokulu sıvının kokusuydu bu.
Kan kokuyordu.
Ama acı hissetmiyordum.
Kürek kemiklerim arasından, bir şeridi takip edermişçesine akıp giden teri hissetmeme rağmen; acıyı, organlarımın arasından ince ince sızmaya başlamış olması gereken acıyı hissetmiyordum.

Kan kokuyordu.
3. Vlad'ın eline geçirdiği Türk esirlerinin ızdırapları arasından kan kokusu yükseliyordu sanki.
Kazıklara geçirdiği, çocukların, askerlerin, soyluların ve de kadınların kanlarının kokusuydu bu.
Kokuşmuş cesedlerin, ve can çekişen insanların arasında masasını kurmuş, neşeyle şarabını yudumlayan adamın, akmadığı kanının kokusuydu bu.

Vikinglerin Tanrılarına kurban ettiği, fahişelerin veya da bakirelerin kanının kokusuydu bu.
Ufukta yükselen kızıl Güneş, onuncu gününde Ölüm Meleği'yle yan yana yürüyen zavallı fahişe kızı aydınlatıyordu.
İşte o gün, fahişe kızın toprağı suladığı kanının kokusuydu bu.
Ölüm meleğinin, geniş ağızlı hançerini indirdiği göğüsten akan kanın kokusuydu bu.
Ama benim kanımın kokusu değildi.

Dehşetle düştüğüm yerden doğrulurken, lisede sergilediğimiz basit piyesimizin bir perdesinde kaybolduğumu düşündüm.
Kont Drakula, beyaz ama solgun tenli genç kızın zarif boynuna, sivri dişlerini geçirirken; sahnenin arkasından hidrolik bir sistemle pompalanan kırmızı boya, odayı aydınlatmış diyordum kendi kendime.
Olayın şokunu atlatamıyordum.
Öldüm de, anılarda dirildim sanıyordum.
Ama yanılıyordum.
Tek bir ölümcül darbe almamıştım.
Hatta sıyrıklar bile süslememişti bedenimi.
Yaşıyordum, ama nefes almak yaşamak değildi.
Bir kez dirilip, bin kez ölmeye yürüyordum; o kapı açıldığında.
Ellerim hoyratça, saçlarımın arasındaki samanları ayıkladıkça; karşıma bağlanmış ve ölmüş adama bakıyordum.
Ya da öldüğüne inanmadığım, yüzünü bile tanıyamadığım adama bakıyordum.
Bakıyordum, ve tanıdığım kişi olmadığına inandırıyordum kendimi.
O, olamazdı.
Asla olamazdı.
Onu tanırdım, nasıl bir yüzü olduğunu bilirdim.
Yoksa, gerçekten o muydu?
Onu tanıyamayacağım kadar uzak mı düşmüştük birbirimizden?
Onu tanıyamayacağım kadar, hırpalanmış mıydı yoksa?
Ya da onu ölüme sürükleyen ben miydim?
Kapıyı açıp, silahı ateşleyen; aldığı son nefesi verememesine sebep olan ben miydim sahiden?
Ellerime, onun kanı mı bulaşmıştı?
Ben onun katili miydim?
Onun hayatının mutlak sonu muydum?

Düşündükçe, biraz daha düşündükçe, dur durak bilmeden düşündükçe; asırlarca, bağımsızlık uğruna, para uğruna, zalimlik uğruna toprağın her karışını sulamış kan, bedenime daha farklı hükmediyordu.
Sanki, İmparator Hadrianus'un kendi için, çaresizlikle beklediği, her gün dostlarına bu acıyı daha fazla sürdürmemeleri için yalvardığı ölümüne yazdığı; son mısralarının arasından kan kokusu yükseliyordu.
Asil ve geçici ruhunun göklere yükseldiği yerden, boşalan kanının kokusu uyandırıyordu beni.
Uyandırıyor ve karşımda yatanın kim olduğunu gösteriyordu, kapı bir kez daha aralanırken.
Bir kez daha aralanıp, ben yerimden bile kıpırdayamazken...

Sıklaşan, hatta koşar adım yaklaşan adımların arasından, bir kapı gıcırtısı duyuldu.
Bir de silah sesi bekledim, ama olmadı.

bi' adın kalmalı geriye Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin