Kartlar Yeniden Dağıtılıyor

76 9 53
                                    

Karanlıkta bir gün nasıl geçer bilmiyordum, karanlığı ömrümün sonuna dek yaşayana kadar.

~

Belki de arzuyla dolup taşan ilk öpüşmelerimizden biri değildi bunlar.
Ama ilkinden ya da bundan bir öncekinden çok farklıydı.
Gökyüzündeki yıldızlar gibi, her dönüşte birbirine yaklaşan tek şeyler de onlar değildi. Beraber geçirdiğimiz her saniye, aşk dolu veyahut paylaşılamayacak kadar büyük olan acı dolu her an, her hatıra; kaderlerimizi birbirine doluyordu.
Bu çıkmaz yolun bir bitişi olmayacağı gibi, sonu gelmez iç çekişler, sönmeyecek yangınlar, dinmeyecek gözyaşları ve de tek bedeni paylaşacak saf duygular; kaderlerimizin kesiştiği ve birbirine ait olduğu o noktada, anlam kazanmıştı.
Yanımdaki adamda, gözlerinde korku görmediğim, ona karşı içimdeki coşkun duyguları susturamadığım bu adamda, bunları görüyor, bunların izlerini sürüyordum.
Hatta, dudaklarının sıcaklığı, bedeninin düzensiz titreyişleri, taze bir solukla alçalıp yükselen göğsü; bende bundan öncekilerde hiç hissetmediğim şeyleri uyandırıyordu.
Evet, ellerime bulaşmış kan kurumadan kendimi başka maceralara fırlatıyordum. Hiç istemesem de, hayat devam ediyor, Dünya dönüyor ve ben biraz daha aşık oluyordum.
Gökalp'i, sevgili Hadrianus'umu biraz daha seviyordum. Hatta ısrarla sürdürdüğüm ıslak darbeleri, sonladırırken bile onu seviyordum. Hiç ummadığım anlarda, adını aklımdan binlerce kez geçiriyor, onu kendime, yüreğime onlarca kez mıhlıyordum. Evet, yaşadığım o iğrenç anlardan sonra ilk kez farklılığı, hayata tekrar dönüşü böyle karşılamıştım: Önünde durduğumuz köşkün, karanlık kollarına saklanarak, utanmadan ya da korkuya yer vermeden, delice sevişerek, aşk yaparak...

Daha sonrasında ise, sanki bu anı uzaklardan bir yerlerden, belki de geçen sabah gölgesi altında gezindiğim zeytinlikten bir daha izlemiş gibi hissettim. Dudaklarımda biraz da olsa Gökalp kalmışken, belli belirsiz gülümsedim. Onu seyrettim, akan saniyeler nedir bilmeden, öylece onu seyrettim; kaygı olmadan, pişmanlık duymadan...
Çok sonra ise, gitmemiz gerektiğini söyledi bana. Bitmesini istemesem de, yas pelerinime tekrar büründüm. Bu sefer, devasa köşkün karanlığına değil de, sis bulutlarının ardına saklanarak kapıya yürüdüm. Ve güzel sevgilim kapıya birkaç tıkırtı bıraktı. Ne diyeceğimi, ne anlatacağımı bilmeden; beni endişeyle izleyecek olan gözleri hayal ettim. Ve, o kapı aralandı. Ardında kim olduğunı öğrenmek istemeyerek kafamı öne eğdim, kollarımı göğsümde birleştirdim.

"Gökalp?" dedi, zarif bir ses.
Hayret içerisindeydi, bakışlarımı yerlerden toplayıp ona döndüğümde.
Ve şaşkınlığına bir düğüm daha atmış oldu, beni görmesiyle.
Fısıltı sayılacak kadar küçük olan bir çığlık dudaklarından firar ederken, Gökalp hiç vakit kaybetmeden aceleyle söze atılmıştı. Bir yandan endişeyle beni seyrediyor, diğer yandan da Fulya Abla'ya kekeleyerek de olsa laf yetiştirmeye çalışıyordu.

"İyi akşamlar Hanımefendi."

"Bu hal ne böyle?" derken Fulya Abla, beni çoktan köşkün eşiği ötesinden içeri sürüklemiş; kollarımı sıvazlayarak vücudumu ısıtmaya çalışıyordu.

"Ne oldu sana canım? Ne oldu böyle?"

Bir yandan, dediklerini ardı arkası kesilmeyecek şekilde tekrarlıyor; diğer yandan ise bir bana bir de Gökalp'e bakışlar fırlatıyordu merak içerisinde.
Birilerinin duymaması için gayret gösterip, sessizce konuşmaya başladı. Ama uzun sürmedi, sanırım hepimiz yakalanmıştık.

"Ne oldu böyle Gökalp? Kaza mı, başka bir şey mi?" derken, birkaç adımın tahta döşeme üzerinde bıraktığı tok sesler büyük salonda yankılandı. Arkasından da başka adımlar takip etti, diğer adımları.
Ve Mehmet Emir Bey, salonun ortasında belirdi. Hemen ardından da, Yavuz.

bi' adın kalmalı geriye Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin