Adalet. Neydi acaba adalet? Haksız ve haklının ayırt edilmesi, hakkın gözetilmesi ve yerine getirilmesi. Böyle yazıyor çünkü kitaplarda hatta bu fıtratı doğrulamak üzere indi yeryüzüne insanoğlu. Dünya üzerinde Adalet kavramı her ne kadar bu şekilde tercüme edilmiş olsa da aslından yontulmuş olarak sunuldu insanoğlu eşliğinde. Doyumsuz insanoğluna göre adalet; haksızlığa uğrayanın hakkını savunmak istediği fakat çıkarları doğrultusunda cep dolduranın sözünün geçtiği, hak arama kurumuna verilmiş bir ad idi. Uygulayanı yok, edebiyatını yapanı çoktu.~~~~~~
Alkışların arasında girdi evinin kapısının eşiğine, evvela bir dava daha kazanmıştı. Evde çalışan temizlikçi Hidayet Hanım, şoför Ahmet Bey, kardeşliği ve muhbiri Zafer'e işaret parmağı ile kendini beğenmiş bir havayla ''Beni sizler var ettiniz, bu alkışlar hepimizin!'' deyip alkışlarına karşılık verdi Nadide Elif. Pekâlâ, kimdi bu Nadide Elif? Nam-ı diğer Yoluk Nadide derler piyasada. Sebebi ise şu; 26 yıllık hayatında kazandığı dava sayısı, okulunu okuduğu hukuk fakültesi zamanlarını geçirdiği günlere eş değerdi neredeyse. Yeter ki o konuşmadan önce siz değerli müşterilerin parası konuşsun. Siz diyorum çünkü hakkını arayacak her vatandaşın mutlak gideceği kapı bir hukuk bürosudur. 'Aman benim başıma gelmez.' demeyin. Kimin haksızlığa ne zaman düşeceği belli olmaz. Şayet paranız var ise büyük oynamaya adaysınızdır. Bunun için de gideceğiniz en olanaklı kapı ise Avukat Nadide Elif GÜÇVEREN olmalıdır. Neden mi? Çünkü o kaybetmekten asla hoşlanmaz, kaybettiği davanın ücretini ise asla almaz. Fakat bugün kazanılan bir gündü. Bu yüzdendi bu sesli alkışlar.
'Asıl zafer benim.' dercesine geriye doğru gerinip, üzerine ilahi ışık serilmiş gibi kendinden geçmişti Nadide Elif. Tam o sırada telefonuna para sayma sesi fonlu bir bildirim gelmişti. O konuşmadan önce nasıl ki müşterilerin parası konuşuyor ise davayı kazandığında da susuyorsa eğer, müşterilerinin paraları konuşmaya devam ediyordu. Bu onun kazanma primiydi. Hayatının en zevkli temeliydi para. Avukatlık ne kadar mesleğiyse para da bir o kadar lügatı idi Nadide Elif'in. Çünkü bunca zaman ne çektiyse sebebiydi parasızlık. 'Para varsa olanakta vardır.' diyenlerden.
Telefonuna gelen bildirim mesajına ışıldayan gözlerle bakıp, hâlâ ayakta kalmış çalışanlarına internet bankacılığı hesabına gelen havale parayı gösterip, büyük bir nimet kazanmışçasına saydırdı içlerindeki sıfırları.
"Bugün de doldurduk kasayı Ahmet ağabey, hadi yine iyiyiz." diyerek deve kuşu gibi boynunu öne doğru düşürüp girdi ev ofisinin konforlu salonuna. Peşinden eşikçisi Zafer de girdi. Sonuç olarak tek başına kazanmamıştı bu davayı. Hidayet Hanım'a, kendisine de dâhil dört fincan çay getirmesini söyleyip içeri gelmelerini bekledi. Her kazandığı davada olduğu gibi bu davanın kazancından bir miktar almak onların da hakkıydı. Ahmet Bey'e öncesinden hazırlattığı zarfları, çaylar geldiğinde yanlarında yiyecekleri çerezlikmişçesine uzattı her birine. Aile gibiydiler sonuç olarak. 'Ağacı sulayan meyvesini yer.' kuralı bu işe hep beraber adım attıklarında verdikleri bir karardı. Burada elbette ki ağaç Nadide Elif oluyordu.
Hidayet Hanım üzgünce süzdü çelimsiz kızı. Yine çalışmaktan heba olmuş, yemek yemeyi unutmuştu dava boyunca. Gerçekten insan mıydı acaba bu kız? Nasıl bu kadar aç kalıp, hâlâ ayaktayım diyebiliyordu? Bir anne edasıyla dürtüp "Kalk hadi kalk!" diye canını acıtarak mutfağa doğru sürüklemişti Nadide Elif'i. Sonra arkasını dönüp dünya yansa umurlarında olmayan iki adama da bağırarak "Siz de geçin mutfağa!" diyerek onlara mutfağın yolunu gösterdi. Yemek yapmıştı ve herkes yemek zorundaydı. Kızcağız kuş kadar kalmıştı. Onun bu haline üzülmeden edemiyordu. Ne kadar sayesinde çok kazansa da Nadide'nin bu kadar para müptelası olması hoşuna gitmiyordu.
Bütün ekip sofraya oturduğunda Nadide uzun zamandır boş olan midesini şereflendirmenin huzurunu yaşıyordu. İşte paranın getirdiği saadet tam da bu idi ona göre. Kafasını kaldırdığında kıtlıktan çıkmışçasına yemek yiyen Zafer'i görünce, kaşığının altındaki peçeteyi yuvarlayıp kafasına doğru fırlattı.
"Şuna bakar mısınız? Sanki günlerce aç yatıp kalkmış gibi yiyor dinozor bey. Bana bak ne yaptın bizim şu günü gelmek üzere olan davanın delillerini?"
Kafasına gelen peçeteyi sinir havliyle masanın eşiğine düşmesine müsaade edip, gözleri sinirden kapalı bir şekilde Nadide'ye doğru döndü.
"Yapma şunu artık!" dedi sağ elini isyan edercesine kaldırarak.
Nadide "Yaparım." deyip sofradaki başka bir peçeteyi alıp, top yaparak Zafer'e fırlattı. Fakat Zafer bu bilinçli gelen peçeteye, ani bir refleksle kafa atıp Nadide'nin çorba kâsesinin içine girmesine vesile oldu. Şokla gelen bir "HİİİH!" sesinin ardından büyük bir gürültü koptu. Nadide Elif, her yemekte olduğu gibi kardeşi gibi gördüğü Zafer ile bir kavganın eşiğine tutuşmuştular. Bu kavgaya Hidayet Hanım ve Ahmet Bey o kadar alışmıştı ki, artık ayırma zahmetine bile girmeyip yemeklerini yemeye devam ediyorlardı.
"Saygısız!"
"Saygısız mı? İnsafsız! Su içene yılan bile dokunmaz."
"Sen su içmiyordun dinozor! Aç karnını doyuruyordun!"
"Aç karnımı doyurmama müsaade etseydin üzerine bir bardak su içecektim."
Zafer'in son sözü üzerine vicdana gelen Nadide Elif, genci hırpalamayı bıraktı. Silkelenerek hınçla kalktığı sandalyesine, siniri çekilmesinin verdiği rahatlıkla oturdu.
Ellerinde olan bir davanın seyrini Zafer'e izletmekte olduğundan, ona daha anlayışlı davranmalıydı. Aynı şekilde Zafer de öyle. Zafer, Nadide Elif'in yetimhaneden kardeşiydi. Rum asıllı Hristiyan bir ailenin oğluydu. Kuyumcu olan babası, o daha çok küçükken annesi ile birlikte, bir kamyon altın eşliğinde, memleketlerinden dönerken, sınırdaki teröristlerce katledilmişler. Bunun üzerine sahipsiz kalan evlatlarına da devletimiz sahip çıkmıştır. Asıl ismi Aristakes Margarosyan'dır. Zafer ismini çocukken, söylemek zor geliyor diye Nadide Elif vermiştir. Zafer ise 'kazanmak' anlamına gelen bu ismi çok sevmiş ve benimsemiştir. Abla kardeş gibi birbirini yemenin verdiği bu samimiyet, bir dönem beraber büyümelerinden gelmektedir.
Nadide Elif yaşıtlarından zeki olduğu için 16 yaşında üniversite okumaya hak kazanmış ve para kazandıracağına inandığı için hukuk alanını tercih ederek senede mezun olmuştur. Ardından zorunlu adliye stajından sonra zengin bir avukatın yanında, küfür gibi cüzi bir miktar parayla staj yaparak kendini geliştirmiş ve kendi işini kurmayı hedefleyerek, sektörde kötü bir lakapla güzel bir yer edinmenin ardından buralara kadar gelmiştir. Zafer'i de peşinde sürüklemesinin sebebi ise kardeşlik bağıydı. Nadide Elif üniversite kazandıktan sonra haliyle üniversitenin yurduna yerleşmek zorunda kalınca ayrı düşmüşlerdi. Bu durum Zafer'i kötü etkilediğinden onun yoldan çıkıp sürekli yurttan kaçmasına sebep olmuştu. Nadide Elif ise kardeşinin bu haline üzülünce hırs edinip kardeşiyle tekrar beraber olmak amacıyla okulundan erken mezun olarak kendine ve Zafer'e düzgün bir hayat sunmak istiyordu. Sunmuştu da! Lakin eşeğe altın semer de vursa eşek yine eşekti. Düzgün bir hayat sunmayı yeğlediği kardeşinin bilgisayara olan ilgisi onu resmen beyaz şapkalı olmaya itmişti. Lâkin o bu yeteneklerini orduda kullanmak yerine, kendisini adam etmek için çocukluğunu heba eden manevi ablasına işe yarar hale getirmek istedi. İşte böyle idi Nadide Elif ile Zafer'in hayat mücadelesinin hikâyesi. Onların kaderine yalnız büyüyüp yetişmek yazılmıştı belki ama bir şansları vardı elbet, o da boynunun üzerinde taşıdıkları kafalarının içindeki zekâlarıydı. Buralara kadar gelmelerin sebebi ise akıllarının yatkınlığıydı.
Tüm bu kavganın ardından, Zafer cebindeki flaş belleği masanın üzerine bırakarak son lokmalarını yutup kalktı yemek masasından.
''Kayda değer mi senin için pek bilemem ama elimdeki tüm deliller bundan ibaret. Yetmez ise ararsın ben kaçtım, haydi selametle.'' dedi ve ablasının teşekkür etmesini beklemeden mutfak kapısından çıkarak gitti.
Masadaki flaş belleğe uzanıp keyifle yerinden kalkan Nadide Elif yeni bir davanın seyrini izlemek üzere odasına çekildi. Burnu şimdiden paranın kokusunu almaya, kulakları ise sesini işitmeye başlamıştı. Acaba yoksa telefonuna bildirim mi gelmişti?
~~