artık güvendesin

102 13 2
                                    

cama sertçe çarpan yağmur damlalarının sesini dinledi. pıt, pıt, pıt. arka fonda duvarda asılı duvar saatinden hipnotize edici bir ses geliyordu. tik-tak, tik-tak, tik-tak. sonuna kadar açılmış gözlerini tavana dikti, beyazlığa rahatsızca göz gezdirdi. pek de rahat olmayan futonu sırtını ağrıtıyordu, bacakları yirmi dakika boyunca geçen hareketsizlik sonucunda uyuşmuştu. kafasının içinde aynı kelimeyi tekrarlayan sese odaklandı bu sefer. uyuyamıyorum, uyuyamıyorum, uyuyamıyorum.

gökyüzünde hararetle çakan şimşeğin ışığı camından içeri girip karşısındaki duvara yansıdı ve arkasındaki silüeti ifşa etti. hızla ayağa kalkmak, keskin bir hareketle davetsiz misafirinin boynunu koluyla omzu arasına sıkıştırmak ve gecenin bu saatinde gösterişsiz bir yurt odasında ne halt ettiğini sormakla uğraşmadı, hayır. aksine, başını iyice nefret ettiği yastığa gömdü, bacaklarını hafifçe hareket ettirdi ve seslice derin bir iç çekti.

"dünyanın tüm yükü omuzlarındaymış gibi iç çekme, kusmuk torbası." silüet yanına yaklaşırken tükürürcesine konuştu. lakin dikkatli dinleyen kulaklar anlar; her ne kadar ses tonu sinirli çıksa da arkasında yapmacıklık ve yorgunluk yatıyordu.

"ama öyle değil mi?" diye dramatik bir çıkış yaptı.

"düşünürsen, evet; düşünmezsen, hayır." davetsiz misafiri sırtını duvara vererek yere çöktü ve dizlerini kendine çekti. birkaç saniyeliğine rahatsızca yerinde kıpırdandı, sonrasında rahatlık bulamayacağını anlayıp hareket etmeyi kesti.

"ne yani, hayatımı tıpkı senin gibi düşünmeden, yalnızca içgüdüleriyle hareket eden bir köpek olarak yaşamam gerektiğini mi ima ediyorsun?" şaşkınlıkla ve tiksintiyle dolu bir homurdanma koydu ortaya. sözde sorusunun sonunda kısaca kıkırdadı, alay ediyordu. davetsiz misafiri dilini şaklattı. sessiz bir cümle diğerinden, bir diğerine ulaştı: 'seni geberteceğim'.

aralarına bir sessizlik perdesi indi, kimse de bu perdeyi sökmeye çalışmadı. futonda yatanın kulakları kendisini davetsiz misafirinin nefes alış-veriş düzenine kaptırdı bir anlığına. burundan al, ağızdan ver, burundan al, burundan ver, ağızdan derin bir nefes, ardından hafif bir iç çekiş, dört saniyelik sessizlik, üç kere ağızdan al ve ver, gittikçe hızlanıyor.

gözlerini kapattı. sesler kulaklarına, burnuna, tenine çarpıyordu. zayıf kokularını alıyor, söylenemeyen tümceleri duyuyor, kelimeler derisinde bıçak izleri bırakıyordu. hepsinin aynı anda olması beyninin kaldıramayacağı bir yük değildi fakat zihnini deli ediyordu. gözlerini açsa duyduğu, kokladığı ve hissettiği seslerin birbiri arkasından gelen karmakarışık renklerini de görecekti. göz kapakları sıkılaştı. iki insanın arasındaki bu sessizlik yalnızca bir tanesi için geçerliydi.

davetsiz misafirinin kokusu ulaştı bu sefer burnuna. dışarının kokusu baskın gelse de hala doğal kokusundan kırıntılar taşıyordu. bir kedi gibiydi: birkaç tereddütlü adımla bacağına yaklaşıyor, vücudunu hafifçe dizinin tam altına sürtüyor, karşısındakinden saldırı gelmeyeceğini anlayınca kuyruğunu cazipçe ayak bileğine sarıyor, minik başını kaldırıp boncuk gözleriyle acımasızca ona bakıyor ve ince bir mırıltı çıkartıyor, çok geçmeden seni etkisi altına alıyor, artık peşini bırakmayacak.

nasıl bir insanın davranışları köpek, kokusu ve benliği kedi olabilirdi? ne çelişki ama!

"sorun değil, nasıl olsa uyuyamadım." yatıştırıcı sözler çıktı yer yer çatlaklar bulunan kuru dudaklarından. gözlerini açmayı reddetti, mümkün olsaydı kulaklarını ve burnunu da tıkayıp vücudunu da baştan sona bandajlarla sarardı. "gelebilirsin."

sesli bir yutkunma, dizlerin yere sürtünmesi, üstündeki yorganın kalkmasıyla oluşan hışırtı ve yanına yerleşen kişinin sesi, kokusu, dokunuşu, tadı...

gözlerini açtı.

rengi.

dolgun kan kırmızısının içinde dağlar oluşturan karanlık; siyah. bir virüsün dakikalar içerisinde çoğalıp canlı vücuduna yayılması gibi görünüyor ama öldürmüyor. en azından hızlıca. dolgun kırmızılık açık kırmızıya dönüyor, kararıyor, bordo ve tekrar kan. acı verici bir kırmızı ve ızdıraplı bir siyah. ortası veya güzel bir tarafı yok fakat göz alıcı. berbat hisler uyandırıyor ama aynı zamanda mükemmel bir manzara oluşturuyor. kıyametin manzarası. yıkımın manifestosu. ruhları binlerce defa bedenlerinden ayrılan insanların amansız çığlıkları, yerlerinden sağır edici bir gürültüyle sökülen binalar, evler, gökdelenler, toprağın havaya karışması, çölde sellerin, amazon ormanlarında kuraklığın başlaması, ozon tabakasının zemine santimler alarak yaklaşması ve kan kırmızısının gerçek kanın kırmızı rengiyle buluşması. dil yutturan bir senaryo, ruh emici bir sahne ama gerçekleşmesi yüksek bir potansiyel. yozlaşma.

yozlaşma, nakahara chuuya'nın en büyük kabusu ve ona en yakın olan varlık. arahabaki.

dazai, arahabaki'nin saf sesini, kokusunu, rengini veya tadını hiç alamadı. yakıcı ve yıkıcı dokunuşunu teninde, hücrelerinde veya beyninin herhangi bir yerinde hissedemedi. onun ölümcüllüğüne, acımasızlığına ilk elden şahit olamadı. beyni, arahabaki'yi tanımıyordu. dazai sadece yozlaşma'yı biliyordu; arahabaki'nin varlığının çeyreğinin çeyreğinin çeyreği.

lakin chuuya her gün, her saat, her dakika, her saniye ve her salise onun varlığıyla başbaşaydı. onu duyuyordu, tadıyordu, kokluyordu, hissediyordu ve görüyordu. benliği ile onun benliği dominantlık için savaşa giriyordu ve sonuç ne olursa olsun arahabaki, chuuya'yı içten içe yiyordu. doymaksızın sömürüyordu. chuuya, yalnızlığına çekildiği, arahabaki'yle yüzleştiği her an acizce tükeniyordu.

bedenini misafirine dönük olacak şekilde yan döndürdü ve sağ kolunu diğerinin ince beline sıkıca sardı. bedenleri arasında ufacık bir mesafe kalıncaya kadar yaklaştı. sol kolunu da turuncu saçlının boynunun altından geçirdi, elini saçlarına gömdü. ayakları küçük bir tereddütten sonra birbirlerine dolandı. kısa oğlanın alnındaki kakülleri arkaya itip yanağını sıcak, çıplak deriye yasladı.

bu dünyada dazai'ın duyu organlarına erişmeyen tek varlık arahabaki idi, bu yüzden chuuya onun yüzünden acı çektiğinde ne tepki vereceğini bilemeyebiliyordu. algılayamadığı bir varlık tüylerini ürpertmiyor değildi, hatta paranoyaklaştığı bile oluyordu bazen. partnerinin yalnız başına ölümsüz bir varlıkla, bir tanrıyla, baş etmesine izin vermiyordu bundandır ki. sadece chuuya değil, kendisi de korkuyordu.

onların şansına hem birbirlerine karşı hissettikleri karşı konulamaz samimiyet hem de insanlığımı yitirirken bayağı kullanışlı oluyordu bu tür zamanlarda. dazai'ın yeteneği, chuuya'nın bütün bedenini soğuk bir yorgan gibi sarıyordu ve geriye rahatlayarak gevşeyen kaslar kalıyordu. chuuya'nın yüz ifadesi düzeliyordu, daha huzurlu bir ifadeye dönüşüyordu. insanlığımı yitirirken'in soğukluğundan korunmak için de dazai'ın sıcaklığına sığınıyordu.

içinde yıkımın hem somut hem de soyut halini taşıyan birine göre korunma ihtiyacı duyuyordu. korunması gerekiyordu.

"dinlen, chuuya."

RETROUVAILLESHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin