güneşin yeni yeni doğmaya başladığı yokohama şehrinde her şey gayet normal görünüyordu. sokaklar erken saat nedeniyle bomboştu, huzur verici bir sessizlik vardı. gecenin geç saatlerinde herhangi bir polis merkezine hırsızlık ihbarı yapılmamıştı, tuhaftır ki o gece hiç soygunluk haberi alınmamıştı. on iki aralık iki bin on dokuz kesinlikle tarihe geçmeliydi, sabaha güzel ve rahat bir uyku sonrasında gözlerini açan polisler için tabi.
gri tül perdeler odanın içindeki fransız balkonun kapısını tamamen örtüyordu, zaten sönük olan güneş ışınları böylece hiç içeriye giremiyordu. çift kişilik geniş yatak dağınıktı, yastıklardan biri yatağın bitiminde dururken yorgan sadece bir kişinin üstünü örtüyordu ve beyaz çarşafın eski ütülü halinden eser yoktu.
tek yastıkta iki kafa vardı ve bunlardan bir tanesi dazai osamu'ya aitti. burnunu karşısındaki adamın burnuna hafifçe sürtüyor ve diğerinin uyku halinde kaşlarını çatmasına sebep oluyordu. kendi kendine sessizce güldü, insan aynı zamanda hem sinirli hem de sakin görünebilir miydi? baş ucunda yatan gerçekliğe göre evet, bu mümkündü.
siyah, deri eldivenli elini uzatıp hala gözleri kapalı olan adamın kaçak saç tutamını yavaşça arkaya itti. yüzünü açık hale getirdiğinde uzun bir iç çekmeden edemedi, ne de güzel duruyordu şimdi. sabahın bu ölüm sessizliğinde, uyku halinde, öylece dururken dahi gözleri kapalı, her türlü mücevhere bedeldi onun güzelliği. ideal bir uzunluğa sahip kirpikleri bembeyaz teninde minik gölgeler oluşturuyordu, dudakları yastık yüzünden öne doğru büzüşmüştü. işinin getirdiği stres ve belki de bazı özel şeyler yüzünden renk gösteren ufak yara ve ısırık izleri kol geziyordu o iki et parçasında.
nakahara chuuya'nın uyku halini kısa film olarak çekip yayımlamaları gerektiğini düşündü bir anlığına dazai, izlenmeye değer bir gösteri olurdu.
eli bu sefer aşağılara inmiş ve oğlanın açık boynundaki zincirin ucunu kavrayarak alev şeklindeki kırmızı mücevheri tutmuştu. parmak ucuyla ufak parçayı okşadı, dudakları sıcak bir tebessümün esiri oldu.
zaman zaman lanet ettiği kuvvetli hafızası sağ olsun, kısık gözlerinin önünden turuncu saçlı adamla geçirdiği her an çarkları durmayan zihninde kol geziyordu: nasıl tanıştıkları, kedi-fare kovalayışları, yakınlaşmaları ve birdenbire aynı yatakta aynı sabaha uyanmaları. şehrin en iyi dedektifini avucunun içine alması, tabir-i caizse parmağında oynatması ve haddi varmış gibi isteklerini yaptırma kıvamına getirmesi. sevimli adalet koruyucusunun doldurulmaya hazır çok fazla açığı vardı ve dazai bir bakıma ona yardımcı oluyordu. eh, hepsi sevgiden.
"verdiğin hediyeleri de çalma huyun var sanırım." yukarısından gelen boğuk ve hafif kısık sesle suratında oluşmuş tebessümü büyük bir gülümsemeye çevirdi. "günaydın." dedi bilmiş bilmiş.
"günaydın." çizgileri çoğalmış ellerini esmerin kafasına koydu uyku mahmuru adam. ince parmaklarının okyanusta kayboluyormuş misali kabarık kahverengi tutamlarda dolanışını seyretti kısık gözleriyle. diğeri belliydi ki hoşlanmıştı bu hareketinden, başını kendisini sakince okşayan ele iyice yaslamış ve kıkırdamıştı.
"eşyadan çok sahibi dikkatimi çekiyor." dedektifin ilk cümlesine atıfta bulundu hınzır hınzır. çekinmiyordu, ön plana çıkan en büyük özelliği buydu. yokohama da dahil olmak üzere japonya'nın üç şehrinde aranan o ünlü hırsız dazai osamu'nun bünyesi utanç duygusundan bihaberdi.
"tanıdık bir cümle.." ufak, artık imzası haline gelmiş bir tutam alay bir tutam muziplik akan sırıtışıyla konuştu chuuya. esmerin alnını kapatan saçları oradan çekip tertemiz alnına dikti gözlerini. "dokuz ay öncesinde de söylemiştin sanki."
dramatik bir şekilde nefes çekti içine dazai, ela gözlerini genişletti, dudaklarını sahte bir şaşkınlıkla araladı. bakışlarında etkilendiğini, aynı zamanda da inanamadığını gösteren parıltılar bulunuyordu. "sözlerime çok mu dikkat ediyorsunuz yoksa her şeyiniz gibi mükemmel olan hafızanızın eseri midir bu, bayım?"
sabahın ilk kahkahası tıpkı özel ve sevinç dolu kutlamalarda patlatılan şampanya misali bir mutluluk yaydı iki yetişkinin arasında. alev alev yanan saçları, içinde şiddetli şimşekler ve yıldırımlar saklayan mavi gözleri ve rönesans döneminde olsalar her ressamın çizmek, her şairin de yazmak isteyeceği yüzüyle yeni uyanmış bir insan değildi nakahara chuuya, çok farklıydı hatta. eşsizdi, yok sayılamazdı. yalnızca bir insanın dışında olduğu gibi içinde de tonlarca mucize barındırması kabullenilemezdi. basit bir yatakta yatan basit bir insan olmalıydı ama hayır, fazlasıydı. her şeyin aykırısıydı.
"dikkatliyim diyelim." sırıtışına kibir de eklendiğinde hiçbir şeyin eksik olmadığını anladı dazai. savunmasız -sahiden öyle mi?- bir halde kırışmış beyaz çarşafların arasında dinlenen turuncu saçlı adam, üç şehrin aradığı bu azılı suçlunun varlığını yadırgamıyor ve ona imzasını gösteriyordu. hedefini yoldan çıkardıktan sonra işini bitiren suikastçileri aratmıyordu görüntüsü, içtenlikle kabullendi bunu esmer. eh, hoş olmaz mıydı bir yasağın ilahi güzellikteki elleri tarafından öldürülmek?
"gitmem gerekiyor, zoisite*." yumuşak bir mırıltıyla dillendirdi ayrılığını mücevher hırsızı. gönlü ne buradan ne de saf yaratılışıyla önünde serilmiş adamdan ayrılmak istiyordu lakin bir dakikanın da ona neleri mâl edeceğinin de bilincindeydi.
gitmeden -içinde kalmaması için- üst vücudunu ellerini kullanarak yükseltmiş kafasını kendisine hala sırıtarak bakan dedektifin boynu ile omzunun birleştiği kısma yaklaştırmıştı. kuru dudaklarını yumuşak derinin üstüne iz bırakırcasına bastırıp çekildi, derin bir nefes aldı. gün boyunca şu anki huzurunun kalıntılarını arayıp duracaktı, ne büyük şanssızlık.
chuuya, dazai'ın kurduğu cümlenin sonuna yerleştirdiği takma isme gözlerini devirdi ve tek elini üstündeki adamın uzun, mor ceketinin içine gönderdi.
"sahiden de dikkatliyim," dedi önceden söylediği şeyi tekrardan gündeme getirerek. parmak uçlarına sivri bir madde değdiğinde kıkırdadı ve tutuşunu sertleştirip onu oradan çekti. "olmasaydım kim bilir neler kaçardı gözümden."
esmer olan adam sessizce güldü ve ayaklarını yataktan sarkıtıp ayağa kalktı. kollarını iki yana açıp gerindikten sonra yarı oturur halde duran dedektife göz kırptı.
"çoğu şey kaçmıyor gözünüzden tabi. yokohama'nın en iyi dedektifinden daha azı beklenemezdi." sol kolunu öne, sağ kolunu da arkaya koyarak saygıyla reverans yapmıştı en kıymetlisinin önünde. onun bu oyuncu tavırlarına çoktan alışmış olan chuuya ise gülmekle yetindi, 'çoğu şey' kısmını görmezden geldi.
fransız balkonun kapılarını açarak sabah rüzgarının içeri girmesine ve gri tülü uçurmasına izin verdi dazai. üzerinde baskı kuran bir çift mavi yakutun farkında olarak manzaraya kısaca bakındı, henüz harekete geçmemiş caddeler ve sokakların sessizliğine buladı bedenini. yüzünün sağ kısmını kapatan beyaz maskesini yerine yerleştireceği anda beline dolanan kollarla kaskatı kesildi (nedeni arkasında her hareketini ezbere bildiği adamın olması değildi, hayır ama o adamla ilgili birkaç şeydi. mesela anadan doğma çıplaklığı).
çenesini fazla sert olmayan bir tutuşla kendisine çeviren ve dikkatleri üstüne toplayan turuncu saçlı sevgilisine baktı, kasıklarını zar zor örten beyaz yorgana şükretti içinden. aksi halde kalbi dayanmazdı; hem kıskançlıktan (evet, dışarıda onu görebilecek kimse yoktu fakat bu birazdan olmayacağı anlamına gelmezdi) hem de güzelliğinden (daha önce hiç chuuya'nın bel hattının zarifliğinden bahsetmiş miy--).
"kaçırsaydım sen burada olmazdın, hayatım." kelimeleri dazai'ın göğsüne kurşun yemiş gibi batmasına nazaran alayla söyledi. mavilerinde sevgi vardı, umursama, nezaket ve meydan okuma. nakahara chuuya'nın sabah sabah formu gayet yerindeydi. "işte iyi günler."
dazai osamu, o gün yalnızca belli bir kişi hakkında konuştu (en sonunda da onun sesinden bunalan ortağı nakajima atsushi'nin çekip gitmesine neden oldu).
(*: zoisite (zoisit) değerli bir taştır. yeşil, kırmızı, mavi, mor, beyaz vb. renkleri vardır. aynı zamanda ingilizce okunuşu suicide (intihar) kelimesinin okunuşuyla benzerdir.)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
RETROUVAILLES
Fanfictionthat's okay as long as you can make a promise not to break my little heart or leave me all alone, in the summer [one shot & drabble collection]