altında durduğu yapraklardan, kıvrılmış sarmaşıklardan ve dallardan yapılmış şemsiyeye rağmen teni kıpkırmızıydı. herhangi bir duygu sayesinde vücudunda oluşan bir reaksiyon değildi bu kızarma olayı (keşke öyle olsaydı), aksine yılın en sıcak gününün kendisine vermiş olduğu bir hediyeydi. oturup çocuk gibi sızlanmak istemiyordu fakat kolundaki kızarıklıklar kaşınıyordu, ayrıca elmacık kemiklerindeki kızarıklıklar da acıyordu. bu işkenceye daha ne kadar dayanabilirdi bilmiyordu.
somurttu ve şemsiyeyi kafasının üstüne bıraktı. onu kendisine getirecek bir soğukluk için nelerini vermezdi şu an. köyünün bulunduğu coğrafyadaki dengesiz hava koşullarına bir kez daha lanet okudu.
bir umutla kafasını kaldırdı ve güneş ışığı sayesinde altın renginde parıldayan ela gözlerini çevrede gezdirdi. ön dişlerini alt dudağına bastırdı, en azından manzarası güzeldi. yemyeşil çimenlerle kaplı bir tepelikteydi, etrafını çam ağaçları sarmıştı ve çam ağaçlarının ardında tepeleri bulutlarla gizlenmiş büyük büyük dağlar vardı. üzerinde bulunduğu tepeliğin aşağısına ve çam ağacı ormanının içine doğru süzülen patika öylesine davetkar duruyordu ki, oraya giderse tek gecede öleceğini bilmese koşa koşa yola koyulurdu.
içinde büyüyen sıkıntıyla derin bir iç çekti ve çenesini gövdesine çektiği sağ dizine yasladı. gözlerini dikkatlice ormana dikti ve düşündü: belki ormanın içinde ufak bir mağara veya bir kayalık bulabilirdi? vücudunu kaplayabilecek gölgelik bir yer, en azından kısa bir süreliğine uyuyabileceği bir yer--
"dazai-san?!" çok arkalarda kalan bir ses ismini söyledi, daha doğrusu çığırdı. suratını buruşturdu ve sıcak havanın beyniyle oyun oynadığını sanarak arkasını dönmedi. lakin ses de durmadı. "dazai-san, gerçekten sen misin? dazai-san!"
ayağa kalkıp arkasına veya güneşe doğru küfredecek iken omuzlarına dolanan kollarla duyduğu sesin aslında gerçek bir kişiye ait olduğunu anladı ve olduğu yerde put kesildi.
kimse onu burada bulmamalıydı. kimsenin onu burada bulmaması gerekiyordu. bu olasılık dışıydı, imkansızdı. aklı başında bir insan ne gece ne de gündüz vakti köyün sınırları dışına çıkardı. yetmezmiş gibi bir de ormanın girişine yaklaşmak? tamamen mantık dışıydı. o zaman nasıl?
nasıl bulmuşlardı onu, onları?
arkasındaki kişinin boynunu tek ve ince bir hamleyle kürdan gibi kırmamak için tırnaklarını avuç içlerine sertçe bastırdı. göğsü şiddetle inip kalkıyordu, düzgün düşünemiyordu, göz bebekleri de büyümüştü muhtemelen ve şu lanet olası sıcak hava--
"ne kadar endişelendim, endişelendik bilemezsin! günlerdir sizi arıyoruz, bakmadığımız yer kalmadı. neredeyse aklımı kaçıracaktım. ama sizi bulduk ve güvendesin, güvendesiniz!" sesin sahibi dünyanın yükü üzerinden kalkmış gibi bir rahatlıkla güldü ve yavaşça uzaklaşarak son bir kez omuzlarını sıktı. sonunda arkasından çekilip önüne geçme zahmetinde bulunduğunda omuzlarındaki tansiyonu bir kenara atmak için derin bir nefes aldı dazai.
kaçmalıydı. ayağa kalkmalı, önündeki oğlanı tepeden aşağıya itmeli ve arkasını dönüp gitmeliydi. var gücüyle koşmalıydı, geriye bakmamalıydı. belki de ormana girerdi, evet, ormana girmeliydi, o zaman peşlerine düşme gibi bir saçmalığa bir daha cüret edemezlerdi.
beyaz saçlı oğlan gözlerini kıstı ve etrafa bakındı. aradığı kişiyi yakınlarda göremeyince yüz hatları yeni yeni yeşeren bir endişeyle gerildi. "gü-güvendesiniz değil mi? chuuya-san nerede, dazai-san?" sözleri dudaklarından döküldüğü gibi güneşin acımasız ısısıyla kül oldu. esmer olan o külleri soludu, o küller içinde yaşıyordu, ciğerleri dayanılmaz bir acıyla dışarıya kocaman bir çığlık bırakmak istedi fakat ağzını açmadı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
RETROUVAILLES
أدب الهواةthat's okay as long as you can make a promise not to break my little heart or leave me all alone, in the summer [one shot & drabble collection]