EMANET

4 2 0
                                    

        "Bitti!"

        Doktorun sesi ile Berk’in omuzuna gömdüğüm gözlerimi yavaş yavaş kaldırdım. Gerçekten bitti. Aslında hiç hissetmedim bile. Bir insan kendini nasıl dikiş atılacak duruma getirebilir, bugün de bu sorunun cevabına şahit olduk.
       “Çok sabırlı durup bize zorluk çıkarmadığınız için bu ödülünüz Eylül Hanım.” dedi ve elindeki çikolatayı uzattı, doktor. Hemen kapıp tam ısıracakken bu sefer de Berk kaptı.
       “Ya ödülümü verir misin?” Her seferinde bir sorun çıkarmazsa olmazdı.
       “Veremem, daha yemek yemedin.” Bir çocuk gibi sırtımı dönüp dudaklarımı dışa büzdüm. Çikolatamı vermedi.
       “Neyse biz gidiyoruz. Tekrardan geçmiş olsun.” dedi ve doktor arkasını dönüp gitti. Çocukların sinirli halini kendimde hissettim. Arkamı dönüp Berk'e “Hayret bir şey ya!” dedim.
       “Bakar mısınız?” dedi Berk çalışanlarından birine. Bu geçen gün işten ayrılan adamdı. İşe geri dönmüş  olmalı.
       “Buyur abim benim, sayende ekmek tekmeme geri döndüm.” Berk mi halletmiş. Halledeceğini söylese bile bu bana pek iç açıcı bir fikir gibi görünmüyordu. Ama şuan yanıldığıma gözlerimle, kulaklarımda şahit olmuştum. Öyle ki bu çocukta çözemediğim bir şeyler vardı. Ne zaman halletmiş olabilirdi ki?
       “Sevindim dostum.” Bize dönüp “Ne istersiniz?” diye sordu. Herkes menüyü eline alıp yiyeceklere baktı. Garip garip isimleri vardı. Aslında görünüş olarak fazla lüks bir restoranda benzemese bile bu isimler beni şaşırtmıştı.
       “Abi makarna, kuru fasulye, pilav falan yok mu? Bunlar ne?” diye isyan ettim.
       “Maalesef hanımefendi!” diye karşılık aldım, adamdan. Çok açtım. Menüdeki isimlerin hiçbirini tatmamıştım. Bu isimlerin Türkçe adı yok muydu? Herkes bir şey söylemişti, söylemeyen bir ben kalmıştım. Karnımın açlık zilleri çalmak üzereydi. En uzun harfi olan yemeği seçtim. Ben de söyledikten sonra hamsterı elime alıp sevmeye başladım. Yumuşacık tüyleri bembeyazdı. Çok hoş bir hissiyat veriyordu.
       “Sen gelsene ya bir benle!” Berk’in aniden yerinden kalkıp elimden tutması ile beni dışarı çıkardı. Kafe ile binanın arasındaki boşluğa götürüp duvara yasladı. Bana bu şekilde davranması tuhaf hissettiriyordu.
       “Şimdi beni dinle Eylül Vural! Bir daha kendimize zarar vermek var mı?” Ne yapmaya çalışıyordu bu? Zaten bulunduğumuz yer yeterince sıkışıktı.
       “Var mı?” dedim.
       “Yok!” Diye cevap verdim mecburen.
       “Peki, bir daha benim yanımdan ayrılmayacaksın, anlaştık mı?” Bir an aklıma Tuğçe'nin söyledikleri sözler geldi. Daha doğrusu Berk’in Tuğçe’ye söyledikleri.
       ‘Neden girdiniz? Çıkın gidin lan hayatımızdan’
        O an yine öfkelenmiştim. Bizi hayatında istemeyen biri neden şimdi yanına gelip de benim yanımdan ayrılma diyor ki?
       “Bizi hayatında istemediğini söylüyorsun, zimdi de yanından ayrılmama mı? Amacın ne Berk? Ne istiyorsun benden? Ne yapmaya çalışıyorsun?” Sesim soğuk ve sinirli çıkıyordu.
       “Eylül sinirliydim, öfkeme yenik düştüm. O sözler yalan. Asıl hayatından çıkarsanız-“ dedi duraksadı.
       “Ne olur? Ha! Hayatından çıkarsak ne olur?”
       Sustu. Gözlerime baktı. Onu böyle görmeye alışkın değildim sanırım. Çünkü ortamda fazla yabancı kaldım. “Alıştım sana anlamıyor musun?”
       “Evet anlamıyorum. Anlayamıyorum.” Diye tepki gösterdim. Bu sefer sesim daha yüksek çıkıyordu.
       “Anla o zaman. Lütfen anla!” Bazen karşımızdaki öyle bir konuşurdu ki bütün söyleyeceklerin onun sözlerinin ardından kifayetsiz kalır. Kelimeler yetmez onun söylediklerine. Bilmiyorum, şuan tam da bu duyguyu yaşıyor gibi hissediyordum.
        “Her yalanın altında bir gerçek yatar. O kadar ağır konuşmuşsun ki, kız bana anlatırken perişandı.” 
       “Özür dilerim.”
       “Onu ruhen ikinci defa bu kadar kötü gördüm. “ Bir diğerini Arda yapmıştı. “Kalbimde kırılmayan parça kalmadı dedi. Berk onu çok kırmışsın, beni de.” Tam gidiyorken yine gitmeme engel oldu. Her defasında onlar gitmemize engel oldu. Peki neden şimdi suçlu bizmişiz gibi konuşuyordu?
       “Bak sinirliydim. Eski sevgilim-“ derken bir anda sözünü kestim. “Dinlemek istemiyorum.”
       “Eski sevgilim, hayatımda ilk aşık olduğum kişi kim biliyor musun?” Sustum. Beni ilgilendirmezdi. Nedenini bilmiyorum ama çaktırmasam da kulağım ondaydı. “Begüm!” Ne? Begüm mü? İşte şimdi buna öfkelenebilirdim. Sanki Begüm ismini duyar duymaz kalbimin ritmi değişmişti. Durdum. Hareket etmiyordum. Tek hareket eden bir yerim vardı; o da kalbim. En sevmediğim kız hayatımda olmayan ama kaybetmek bile istemediğim birinin eski sevgilisiydi. Aslında bu beni ilgilendirmiyordu. Neden kızdığımı bile anlamıyordum. Ya şimdi ne yapacaktım? Zaten Begüm denen kızdan yeterince nefret ediyordum. Anlamıyordum. O kızın neyini sevebiliyordu?
       Yavaş yavaş gözlerimi Berk’e çevirdim. Sadece şoktaydım. Neden bilmiyorum ama öfkeden tüm dünyayı yıkmak istiyordum. Şuan bu sözlerimi Tuğçe duysa bana çok kızardı. Ya da kahkaha atıp gülerdi. Bu kadar tepki vermemi normal karşılamazdı. Kendimi toparlamaya çalıştım ama bu sefer de umursamıyormuş gibi sinirden gülüyordum.
       “Bundan bana ne?” dedim
       “Gerçekten bunu mu diyeceksin? Tepkim bu mu?” Nefesim, kalbimin ritmi daha bir farklıydı. Begüm ve Berk? Çıldıracağım!
       “Ne dememi bekliyorsun?”
       “Tepkini bilmek istiyorum. İçinde kopardığın fırtınayı bana da yansıtmanın istiyorum.” Dedi. Evet, içimde kocaman, anlamsız bir fırtına kopmuştu. “Bağırmanı çağırmanı istiyorum. Kaybolduğundan beri sesini özledim. Bana öyle bir şeyler söyle ki sesin kulağımda çınlasın. Beni üzebilirsin, izin veriyorum. Yeter ki sesini kulağından da aklımdan da dinleyebileyim.” Bu kadar dramatik bir ortamın başrolünde olmam beni çileden çıkarıyordu. En sevmediğim saçma bulduğum şey böyle dramatik konuşmalardı. Ve şuan bunu hiç beklemediğim öküzün birinden dinliyordum.
       “Özür dilerim!”
       “Ama neden?”
       “Sevgilini sınıfın içinde rezil ettiğim için senden çok özür dilerim. Tuğçe'nin Begüm’ü benim yüzümden hırpaladığı için senden çok çok özür dilerim. En çok da hayatına girdiğim için senden özür dilerim.” dedim biraz soluklanıp kaldığım yerden devam ettim. Nefes sesimi duyabiliyordu. Ağzımdan nefes alıp ağzımdan veriyordum. “Ben hayatta çok ama çok nadir özür dilerim. Hatta en son ne zaman özür dilediğimi bile bilmiyorum. Kulağında çınlayacak bir şey söyleyemem sana ama özür dileyebilirim. Yeniden senden çok özür dilerim.” Hiçbir şey söylemedi. Arkamı döndüm, yavaş adımlarla yürümeye başladım. Gitmek istemiyordum, içimdekileri boşaltmamıştım. Bu sefer gitmeme o değil, kendim engel oldum. Hemen koşarak geri, Berk’in yanına döndüm.
       “Neyini sevdin onun? Ha! Söylesene!” bağırıyordum. Boğazım acıya acıya tıkana tıkana bağırıyordum. Hem bağırıyordum, hem de yumruk yaptığım ellerimle sinirden kalbine kalbine vuruyordum. Konuşmuyordu. “Söylesene! Neyini sevdin? İlk aşık olduğun kızı ona nasıl layık gördün. Boyalı saçlarını mı sevdin? Lensli gözünü mü? Konuşsana! Yüzündeki 2 kilo makyajını mı sevdin yoksa?” Daha çok konuşmak istiyordum. Gözlerini gözlerimden ayırmıyordu. O bal gözlerindeki mıknatısı alıp atmak istiyordum. Başıma her ne geldiyse bu bal renkli gözlerdeki mıknatıstan dolayı gelmişti. Onun hapsinde esir kalmıştım. Ne bir adım girebiliyordum, ne bir adım gelebiliyordum. Neden yapıyordu bunu? “Susma, konuş benimle.”
       “Eylül!” dedi. Sinirden durmak bilmeyen yumruk yaptığım ellerimi elleriyle sıkıştırdı. Artık ellerimin hareket etmesine izin yoktu. Dolmaya başlayan buğulu gözlerimi onun bal gözlerine diktim. Bu buğulu gözlerin tek sebebi artık yorgun olmasıydı, artık güçsüz kalmasıydı. Bu kadar olay dolu kadere güçlü kalamıyordu, sadece güçlü görünüyordu. Sustum, masum bir kedi gibi bakıyordum. “Eskidendi! Begüm ikiye ayrılıyor; eski Begüm, yeni Begüm. Ben eski sevdim. Sen birini hayatını almaktan korkuyorsun, ben ise hayatıma aldığım birinin değişmesinden. Onu gerçekten çok sevmiştim. Doğallığını-“ O an sözünü kestim.
       “Doğalığı?”
       “Çok doğaldı. Koyu kahve saçları, koyu kahve gözleri vardı. Çok güzeldi. Şuan ki haliyle kıyaslanmaz bile. Sonra açıkladım ona sevgimi. İlk defa yapmıştım böyle bir şeyi. Çok heyecanlıydım. O tertemiz kalpli kızın benim olmamasından korktum ama kabul etti.” Dünden hazırdır o kabul etmeye. “İlk hafta tüm okula söyleyip havalanmaya başladı. Onu bu şekilde görmek beni tuhaf hissettirdi. Okul resmen benim böyle bir şey yapmama çok şaşırmıştı. İkinci hafta okula geldiğinde saç rengi sapsarıydı. Hiç de yakışmamıştı. Okuldakiler bu seferde ten rengi ile alay etmeye başladılar. Üçüncü hafta da fondöten ve pudraya başladı. Dördüncü haftada lens taktı. Sonraki hafta saçını maviye boyattı, spora falan başladı. En yakın arkadaşı Alman bir kızdı. Muhtemelen onun gibi olmaya çalışmıştı. O kadar değişti ki keşke sadece dış görüşünü değişse... Huyları da değişti, onu resmen tanıyamıyordum. Nedenini bilmiyorum ama hala seviyordum. Sevgi bu olsa gerek. Seven insan sevdiğinin hatasını görmez derler ya ben de görmedim. Yaklaşık 1 yıl kadar sevgili olduk. Onu gerçekten çok eğlendirdim. Her gün hediyelerle okula yanına gittim. Yemek yemeye götürdüm. Sonra bir gün yanıma gelip bana dedi ki ‘Olmuyor, açık konuşacağım. Benim için çok para harcadın. Çok teşekkür ederim. Sırf seninle para için çıktım. Ama artık hevesim kalmadı. Bitti!”. Her şey buraya kadarmış. Kendime çok zor geldim. Ayrılalı bir seneye yakın zaman geçti ve yine yanıma geldi, seni kaçırdıkları gün. Bensiz yapamadığını barışmamız gerektiğini falan söyledi ve çok ama çok sinirlendim. Ne yüzle gelip de bana bunları söyleyebiliyor, anlayamıyorum. Kızınca etrafındakileri kırıp döküyorum, istemeden. Sonra da pişman oluyorum. Tuğçe de önüme çıkınca sinirimi ondan çıkardım ama şimdi ise çok pişmanım.” Gözümden süzülen yaş hemen sildim. Onu pürdikkat dinledim. Begüm denen salağın yaptıklarını da hiç şaşırmadım doğrusu. İnsan bu bal gözlü çocuğu neden üzerdi ki? Nasıl üzebilirdi?
       “Keşke ilkini o hayvana vermeseydin, anlattığına göre gerçekten çok değişmiş. Zaten sevmiyordum, şimdi gönül rahatlığıyla kin besleyebilirim ona karşı.” dedim ve gülümsedim.
       “Affettin mi?”
       “Bir soru soracağım, cevabını bağlı.”
       “Sor bakalım.”
       “Benim mi kaybetmek istersin, Begüm’ü mü?” Gülümsedi. Aniden kollarını belime bağladı ama gözleri hala gözlerimdeydi. Vücuduma temas etmesi o kadar inanılmaz bir şeydi ki. Ellerinin benim bedenimde olduğunu bilmenin düşünmesi bile heyecanlanmama yetiyordu. Nedenini bilmiyorum ama ben de gülümsüyordum.
       “Yani kısaca ben mi Begüm mü diyorsun. Doğru mu anladım?” %100 doğru anlamıştı ama ben yine de “Bir nevi!” demeyi tercih ettim.
       “Peki!” dedi. “Bir düşüneyim.” Gözlerini kısarak bana baktı. Elleri hala belimdeydi, bir anda kafasını kalbime gömdü. İşte şimdi utanmanın tam da sırasıyla çünkü kalbim o kadar hızlı atıyordu ki... Sanırsın kafesin içinde değil de hızlı trende gibiydi. Utanınca kızaran bir de yanaklarım vardı. “Kimi seçeceğimi çok merak ettiğin kalbinin ritminden belli oluyor küçük hanım.” dedi ve kafasını kaldırıp gözlerimizi yeniden buluşturdu. Dudakları gülümsüyordu.
       “Yok ya öylesine sordum. Cevabın umurumda değil.” dedim kafamı kaşıyarak. Bir dakika normal Kalamıyor, sürekli bir şeyleri aptallaştırıyordum.
       “Şimdi de sen mi bitlendin?” diye bir espri yapınca aklıma müdür arasında yaşananlar geldi. Gülmeden edemedim, sanırım o da. Zaten son bir kaç dakikadır aralıksız sırıtıyordum. Begüm konusunda üstüne gitmek istemedim, ve onu affettim. Yani cevabına bağlı olduğunu söylesem bile belki cevabını umursamayacaktım. Ama o zaman neden sorayım?
       “Komik değilsin Berk.” Dedim aniden ciddiyete bağlayarak. Bu akıl almaz ve aniden değişen ruh halim beni bile şaşırtıyordu. “Cevap vereceksen ver artık. Yoksa ben gidiyorum.” Bu sefer ki tepkim biraz trip gibiydi.
       “Şapşal tabi ki sen! Düşünmedim bile. Artık iyi miyiz?”
       “İyiyiz.”
      Bir anda istemsizce kollarımı ben de onun boynuna doladım. Şu an... Şu anda resmen Berk'le sarılıyorduk. Aynı geçenlerde kaybolduğumu zannettiği günkü gibi. Onu gerçekten çok özlemiştim. Birkaç dakika hareket etmeden sarılmıştık. Kendimi tanıyamıyordum artık. Bundan bir hafta öncesinde olan Eylül Vural ile şimdi ki Eylül Vural arasındaki fark çok fazlaydı. Yoksa ben değişiyor muydum? Berk beni sevmeyecek miydi? Hayatına aldığı insanların değişmesi onun en nefret ettiği şeydi, ve ben değişiyor muydum? Kafam da tuhaf sorular dönüyordu. Kafam omuzunda yatıyordu. Saçlarımdan bir tutamı Berk’in elindeydi. Şuan olabileceğim huzurun en derinini yaşıyordum.
       Berk’in telefonun çalmasıyla hemen birbirimizden ayrıldık, ne kadar istemesem de.   “Çetin arıyor!” dedi ve telefonu kulağına götürdü. “Alo! Arayacak vakit mi bulamadın be kardeşim. Ben senin zamanına var ya-“ derken bir anda ağzımı kapattım. “Tamam... Siz yiyin...Ya geleceğiz, tamam... Biraz daha işimiz var... Sana ne bilader?.. Ya oğlum yiyin yiyin, izin veriyorum.” deyip hemen kapattı.
       “Ne oldu?” Diye sordum, ne olduğunu anlasam bile.
       “Yemek gelmiş!”
       “Hadi gidelim o zaman, çok acıktım.” dedim elinden tutup çekiştirerek. Hareket etmeden bekledi, çekiyordum, gelmiyordu. Bu nasıl bir hikmettir ya?
       “Neden gelmediğini sorabilir miyim acaba?” Hala bir ümit tüm gücümle kendime çekiyordum Berk’i. Aniden kendine asılmasıyla kollarını yine belimde buldum.
       “Ben de sana ait olan bir şey var. Onu vermeliyim!” Düşündüm. Ne olabilir? Aklıma hiç bir şey gelmiyordu.
       “Neymiş o?” Bir eli beni tutarken, diğer eliyle de cebini tut kurcaladı. Elini cebinden çıkardığı şey, elinde duran şey benim en kıymetli eşyamdı. Annemden kalan tek şeydi. Beni kaçıran adam zorla almıştı benden. Hemen elinden aldım. Annemin tam da öptüğü yere küçük bir öpücük de ben kondurdum.
        “Teşekkür ederim, bu benim için gerçekten çok değerliydi.”
       “Neden? Özel birinden mi?”
       “Evet!”
       “Kimden peki? Eski erkek arkadaşın mıydı?” Boruya gülmeden edemedim, gülmemek imkansızdı.
       “Haha evet, sevgilimden.”
       “Sevgilin mi var?” dedi şaşırarak.
       “Ya şaka yapıyorum, annemden.”
       “Annen mi?”
       “Evet, bu saati ikimize özel yaptırmıştı. Annemin gittiği gün birden saatim durdu. İşte tam saat yedi de benden koptular. Yedi sayısını pek sevmiyorum bu yüzden.”
       “İzin ver takayım!”
       Bileğimi onu uzattım, yumuşacık uzun elleriyle saatimi bana geri teslim etti. “Gidelim mi?” diye sordum. Çünkü karnım kurt gibi acıkmıştı.
       “Son bir şey daha. O elindeki hamsterı bana bir tane dede verdi. Yakında seni de tanıştırırım. Hamsterı verirken ömrünün az kaldığını söyledi. Kimsesi de yokmuş. Ya benim bakmamı istedi ya da bakabileceğine güvendiğin birine ver dedi. Ben de sana vermek istiyorum.”
       “İnan bakmayı çok isterdim ama biliyorsun pansiyonda kalacağım. Oraya bunu getirmem yasak.” Üzülmüştüm çünkü hayvanları çok seviyordum. Berk’in istediklerini kırmak da hoşuma gitmiyordu çünkü her zaman bir şey istemiyordu.
       “Benimle kal!” Benimle kal derken? Benim evimde kal falan mı demek istedi acaba? Saçmalama Eylül, aptal olma Eylül! Neden böyle bir şey söylesin? Ama söyledi! Bu gerçek! Ama neden? Saçma sapan sorular sorup durdum kendi kendime. Bu soruyu hiç beklemiyordum, çok şaşırmıştım.
       “Nasıl?” Anlamamış gibi yapmaktan başka bir şansım yokmuş gibi bu soruyu sordum.
       “Benim evimde kal. Kocaman ev! Zaten o dediğim dedeyi de getirmeyi düşünüyorum. Mutlu mesut yaşarız işte.” Dede de mi?
       “Yok olmaz.”
       “Hamsterı almayacak mısın?” Düşündüm, biraz. Neden bakamıyorum ki? Saklarım ama yine de bakarım. Bu yavrucuğu Berk'e teslim edersem göz göre göre intihar etmesine sebep olabilirdim.
       “Bakabilirim ya. Ver sen bana!”
       “Tamam, şimdi gidebiliriz işte.” dedi ve elimden beni çekiştirmeye başladı. Şu an elleri ellerimde gülümseyerek kafeye gidiyorduk. Kafeye girmemizle elimi hemen ondan çektim. Bizimkilerin yanına gittik.
       “Hani yemek gelmişti? Hiçbir şey yok burada!” dedim ve haklıydım. Masa bomboştu.
       “Kanki biz yedik bile.” diye karşılık verdi, Tuğçe.
       “İnsan bir beklerdi.” dedim ve hamster kafasını okşayıp sandalyeye kuruldum. “Acıktım ama ya! Yemek getirin bana!” dedim.
       “Abi bizim yemekleri göndersene!” Dedi Berk, adama. 
       “Hemen getiriyorum.”
       Şuan Tuğçe de dahil üç kişinin kötü bakışlarına maruz kalıyorduk. Göz hakkı denen şey tam da böyle bir şey olmalıydı. Bizi yiyecek gibi bakıyorlardı, oysa aç olan bendim. Bir an kendi kendime sinirlenip düşüncelerimden uzaklaştım. “Siz neredeydiniz?” diye sordu Çetin.
       “Biz mi?” Şimdi yandık işte. Açıklamada yoyok. 
       “Yok canım ben hamstere diyorum.”
       “Buradaydı ya işte o!” dedim sırıtarak ve konudan ne kadar kaçmaya çalıştığımı ortaya koydum. Berk hiç yardımcı olmuyordu, bunların hepsi onun suçuydu ama tüm soruları ben cevaplıyordum. Hani adalet?
       “Eylül seni açlık bozuyor, haberin olsun!” Sesine gülümseyerek karşılık verdim. Garsonun eli tabaklı bir şekilde masaya gelmesi ile bağırması bir oldu. “Yemekler geldi! Afiyet olsun!” deyip gitti, garson. Tabağıma bakmamla abla büyük bir hüsrana uğradım.
       “Bu ne lan?”
       “Yemek!” diye karşılık verdi, Murat.
       “Oğlum bir de özene bözene harf saydım, en uzun yemeğin ismini seçtim. Cücük kadar bir şey geldi. Bu ne?” Sistemim komik bir sey olmamasına rağmen herkesi güldürmüştü. Ağlanacak halimize gülüyorlardı. “Ben yukarıdaki tantuniciye gideceğim.” deyip hemen ayağa kalktım. Hamstera kucaklayıp kafesine kattım.
       “Bekle kanki! Ben de geliyorum.” deyip Tuğçe de tekerlekli sandalyesini kullanarak yanıma geldi.
       “Tamam hadi!”
       “Hamsterı nereye götürüyorsun?” Dedi şaşkınca bakarak. “O benim artık!” Dedim.
       “Ne?” Üç kişi... Aynı anda... Ne sorusu... Tuğçe, Çetin, Murat!
       “Niye şaşırdınız ki bu kadar?” diye sordum. Berk’in tüm ciddiyetini korumuş, bakmaya doyamadığım bal gözleri üzerimdeydi.
       “En güvendiğin kişi sen misin yani?” Çetin'in sorusunu düşünmeden, etmedim “Kimin?” sorusunu sordum.
       “Berk’in!” Berk, Çetin'in konuşması ile hemen olaya müdahale etti.
“Çetin saçmalama istersen!” Bu cümleden en güvendiği kişinin ben olmadığını anlamıştım. Zaten iki günlük bir kız nasıl hayatında bir numarayı alabilirdi ki?
       “Gerçekleri söylüyorum. Sen fıstığı en güvendiği kişiye vermeyecek miydin? Biz neyiz lan burada?” diye sert çıktı, Çetin. Kıskandığı açık açık belli oluyordu ama anlamsızdı. Çünkü Berk’in en güvendiği kişi olmam yüzde eksi bilmem kaç yani!
       “Benim geri zekalı arkadaşım! Evet, doğru söylüyorsun en güvendiğim kişi ama-“ dedi duraksadı. Bana baktı. “Ama bakabileceğine en güvendiğim kişi! Size mi verseydim? Sen korkak bir şeysin. Murat da sorumsuz. Ben de unutkanım zaten. Çok iyi bakardık artık.”
       “İsmi fıstık mı bu ufaklığın?” Tuğçe'nin sorusuna Murat başıyla onaylayarak karşılık verdi. Tuğçe de konuşmasına devam etti. “Eylül kanki sorması ayıp ama biz bu küçük kahramana nasıl bakacağız yurtta?”
       “Tuğçe bunlara verelim de hayvancağızın intiharı bizim elimizden mi olsun? Bile bile intihara sürükleriz!” Dedim gülerek.
       “Eylül biraz abartmıyor musun? El insaf yani!” Murat'ın savunmalarına kahkahalarımla karşılık verdim.
       “Neyse çok acıktım, biz kaçtık. Görüşürüz.” dedim ve yürümeye başladık.
       “Kızlar yemeğimizi yiyince sizin oraya geleceğiz. Bizi bekleyin. Biz sizi pansiyona bırakırız.” Berk'in sözleri Tuğçe'yi çıldırtıyordu. Ben ise Berk’e hak veriyordum, onca şey yaşamıştı.
       “Yok kalsın!” diye atarlandı, Tuğçe. Kolumdan çekiştirip beni dışarı sürükledi. Aslında tam tersi olmalıydı, tekerlekli sandalyede olan oydu. Tek kelime bile edemedim.
       Bir dakikalık yürümemizin ardından o çok istediğim yere varmıştım. Açlıktan gebermek üzereydim. Burası çocukluğumdan anı kalan en iyi yerlerden biriydi. Her yeri doğallıktan yanaydı. Kocaman bir çınarın altındaydı ve çınar sayesinde yaz kış hep serindi. Karşılıklı ağaçlara ışıklar ve ışıkların aralarında balonlar asılıydı. Çınar ağacının her yerinde ışık ve süsler vardı, hatta bazıları mendil asıp dilek diliyordu ve ağacın kutsal olduğunu düşünüyorlardı. Ben hiç mendil asmamıştım. Bu bana çocukluğumdan beri saçma geliyordu, bütün dileklerimin kabul olacağını bilsem asmaz mıydım?
       Bu mekanın en güzel ve en doğal yanlarından biri de tahtadan masalar ve kütüklerden oluşmasıydı. Erdal ustanın zekasını düşünüp sandalye yerine kütük seçmesinin tek sebebi, insanların fazla oturmaması ve yemeğini yiyip kalkmasını istemesiydi. Tabi ki şaka yapıyordum. Bunu düşünüp kendi kendime espri yapmam dudağımı gülümsetmişti. Erdal usta asla öyle bir insan değildi. Erdal ustanın mekanının bir diğer detayı ise her yerde çakıl taşları olmasıydı. Bugünlük Tuğçe’nin tekerlekli sandalyesinde olmasından dolayı pek iyi değildi, rahat hareket edemiyorduk ama normal olarak gerçekten hoş görünüyordu.
       Koşarak , Erdal ustanın yanına gittim. “Erdal Ustam!”
       “Eylül, Tuğçe hoş geldiniz kızlar!” dedi el lezzetine doyamadığımız usta.
        “Hoş bulduk ustam! Nasılsınız?” dedi Tuğçe. Ben burada açlıktan geberiyordum, bir de onların sohbetini mı dinleyecektim. Ne var yani yemekten sonra konuşsalar?
       “Ben iyiyim kızlar da, sizin bu haliniz ne?”
       “Ne varmış ki halimizde ustam?” 
       “Birinizin ayağı sargılı ve tekerlekli sandalyede, diğerinizin kolunda başka bir sargı. Ne bu haliniz kızlar?”
       “Uzun hikaye ustam ya sonra anlatırız ama şu an deli gibi acıktım. Bana şuradan çift lavaş göndersene”
       “Hay hay efendim! Tuğçe hanım siz ne istersiniz?”
       “Ben doluyum ustam, teşekkür ederim.” Diye gülümsedi Tuğçe. Öyle güzel gülüyordu ki insan gözünü alamıyordu. Dudağının hemen yanında küçük bir gamzesi vardı, hayatındaki tüm şansını gamzesinde kullanmış olmalıydı. Tuğçe'nin sandalyesini hemen boş bir masaya ittim. Tuğçe'yi yerleştirip karşısına kuruldum.
       “Eylül sen iyi misin?” diye sert çıktı Tuğçe.  
       “İyiyim kanki, sen?”
      “Eylül ne sorduğun gayet iyi biliyorsun. Sanki bambaşka bir oldun ya. Ne oluyor kızım sana?” Öfkeli olduğunu anlayabiliyordum ama yine de anlayıp dinlemeden, benim Berk’e yaptığım gibi, konuşması hoş değildi.
       “Bana hiçbir şey olduğu falan yok. Hangi konudan bahsediyorsun?” Biraz umursamaz biraz da kızgın olduğumu belli eden bir ses tonu kullanmıştım.
       “Berk’in bana söylediklerini unutmuş olamazsın!” Dedi kafasını biraz çapraza yatırıp gözünü kısarak.
       “Tabii ki unutmadım!”
       “O zaman bu tavrın ne? Hani defolup gidecektik hayatlarından. Gizli gizli bir yere gitmeler, saçma sapan konuşmalar, ne oluyor lan? Bu mu benim tanıdığım Eylül? Sen istenmeyen yerde durmazdın! Ne sana engel oluyor?” Sert çıkmıştı, hiçbir şeyi bilmediği için bu tepkisini normal karşılamak istiyordum fakat bana olan tavrı hiç hoşuma gitmiyordu. Benim kişiliğimi yargılaması, anlayıp dinlemeden konuşması fazlasıyla can sıkıcıydı. Ona da olanları anlatmam gerekiyordu.
       “Tuğçe biraz sakin ol. Aynı Eylül’üm ben. Şimdi sana anlatacağım ama bunu sana anlattığımı kimse bilmemeli. Söz mü?” dedim ortamı yatıştırarak.
       “Aşk olsun, söyleme! İstemiyorum.” Aslında bu soruyu sormam hataydı. Bildiğin onca öfkesinin trip atıyordu, haklı olarak.
       “Berk’in eski sevgilisi derken-“ aniden sözümü kesti.
       “Bu seni de ilgilendirmiyor, seni de. Bize ne ya!”
       “Hayır ilgilendiriyor!”
       Duymayı da bilmeyi de istemediğini açık bir dille ifade etti. Elleriyle kulağını kapattı. Sanki gerçekten duymuyordu! Duyduğunu o kadar emindim ki...
      “Begüm!”
       “Ne?”
       Tepkisine karşılık güldüm ve “Hani gerçekten duymuyordun beni?” diye bir soru ortaya attım.
       “Sen ciddi misin?” Şaşkınlığından şuan ki sözlerimi bile duymamışa verdi, üstelemedim. 
       “Vallahi çok ciddiyim, kendi ağzıyla dedi.”
       “Tam birbirlerine layıklar işte! Her ikisi de kötü!” Berk’in bu kız harbiden üzdüğüne bir kez daha şahit olmuştum.
       Masaya elimi vurup hafifçe sıktım. Beni bir dinlemesini ve sözümü kesmemesini söyledim. O da bana ne bahanesi uydurduğunu sordu. Hala öfkeli çıkıyordu, ses tonu.
       Yemeğimin gelmesiyle hem yemeğimi yedim, hem de Berk’in Begüm'le ilgili söylediklerini noktasından virgülüne kadar hepsini anlattım. Yemeğimin bitmesiyle sözlerime son noktayı da koydum. Yemeğimin bitmesi beni derinden vururken, sözlerimin bitmesi beni sevindiriyordu. Daha fazla Begüm’ü konuşmak istemiyordum.  Tuğçe kulaklarını kabartmış, pürdikkat beni dinliyordu. Suratına bakılınca hak verdiği anlaşılıyordu. Dudaklarından dökülecekleri çok merak ediyordum. Dudağının kıpırdatmasıyla bütün dikkatimi ona verdim.
       “Arda’yla aramızda geçenleri hatırlıyorsun, değil mi? O gün ne kadar öfkeliydim. Hatta sana falan nasıl bağırmıştım, hatırlıyorsun değil mi? Berk’e bu yüzden hak veriyorum ama gerçekten çok kırıldım Eylül.”
       “Anlıyorum seni bebeğim. Bu tepkin falan normal. Kim olsa aynısını yapardı.” Dedim gülümseyerek karşılık verdi. İşte benim kızım! “Gidelim mi artık?” İşte o an cebimde hiç paranın kalmadığını hatırladım. Nereden olacaktı ki? “Oğlum sende para var mı?” diye sordum.
       Tuğçe elini cebine sokup çıkardığı bir avuç bozuk parayı görür görmez kendimi kahkahalarda buldum. Beş kuruş, on kuruş...
       “Ne gülüyorsun? Benim en azından bozuk da olsa param var. Ya senin? O da yok!” Ben hala gülüyordum. Haklıydı belki ama gerçekten gülmemek imkansızdı.  
       “Ben de diyorum bu zengin kim?”
       “Say şunu kanka ya, senin matematiğin daha iyi.”
       Avucuma aldığım bozuk paraları teker teker saydım, sonunda ne kadar olduğuna  ulaşmıştım.
       “Oğlum 5 lira 16 kuruş var burada.” dedim ama hala şaşkındım. 
       “Biliyordum.”
       “Nasıl biliyorsun?” Bildiğini ama 5 lira 11 kuruş mu yoksa 16 kuruş mu olduğunu çözememiş. Cinlerim yavaş yavaş tepeme çıkmaya başlamıştı. Beş kardeşi Tuğçe'nin suratına yapıştırmamak için kendimi çok zor tutuyordum.
       “Ulan eşek! 5 kuruş senin ne işine yarayacak da beni bu burada uğraştırıyorsun!” Öfkelenmem onu gülümsemesine neden oluyordu. O da bir salaklık yaptığını farkındaydı. 
       “Kafamız mı kaldı ya, ne kızıyorsun? Matematik tekrarı yaptın işte fena mı oldu?” dedi umursamazca.
       Kendi Kendime “Sanki önceden çok vardı ya” dedim sessizce. Bir şeyler söylediğimi duymuş ama ne dediğimi anlayamamış olduğunu sorduğu sorusundan anlamıştım. “Ne?”
       “Diyorum ki yavrum 5 liramız var ama bizim tutarımız 8 TL! Ne halt yiyeceğiz?” dedim tüm ciddiyetimi koruyarak.
       Erdal usta ile konuşup, kalan parayı daha sonra getireceğimiz söyleyecekmişiz. Zaten bize güvenmiyormuş hiçbir şey demezmiş. Hiç olmazsa herhangi birimizin telefon numarasını da verebilirmişiz. 
       Bu öneriler üzerine koşa koşa Erdal Usta'nın yanına gittik. Tuğçe'ye gözümü ve elimi kullanarak sen “Sus!” dedim. O da anladı zaten hemen. Birbirimize bakınca gözlerimizden ne düşündüğümüzü anlayabiliyordum. İkimiz arasında sahip olduğumuz en iyi özellik bu olsa gerekti.
       “Evet kızlar? Sizi dinliyorum!” diye atıldı Erdal usta daha fazla onu işinden alı koymayalım edasıyla.
       “Erdal ustam ellerine sağlık yine çok güzel yapmışsın.” Onu da, yemeklerini de fazlasıyla övmeliymişim gibi hissettim. Sonuçta emeğinin değerinin, 3 TL'sini daha sonra ne ödeyecektim. Devam ettim. “O içine ekmeğin kaşarın süzülüşüne zaten söylenecek lafım yok.” Aslında yaptığı tantuninin içinde kaşarım ne işi var daha onu da çözemedim ama cidden çok hoş bir tat veriyordu. Tantuninin anavatanındaydım, sonuçta. Çeşit çeşit tantuni olmayacaktı da ne olacaktı? “Ya içine sürdüğün o muhteşem el yapımı sosa ne demeliyiz?” Övdükçe övüyordum. Ercan Usta'nın daha çok dayanamayacağından ki hemen lafımı kesti. Ne isteyeceksen isteyecekmişiz. Erdal Usta'mızın bizimle konuşacak vakti yokmuş. Etraf çok kalabalıkmış. Onlara yetişmesi lazımmış. Gerçekten çok kalabalıktı. Tek başına hepsini yetişmesi çok zor oluyordur. O değil de bizim bir şey isteyeceğimizi nereden anladı? Çok mu belli ettim acaba? “Erdal ustam ya!” diye lafı atıldım. “Şey ya... Bizim şeyimiz şey de... Ondan şey etsek? Olmuyordu. Şeylerin yerini doldurup cümle kuramıyordum. Şu hayatta ne bir borç aldım ne de bir borç a ihtiyaç duydum, Tuğçe sayesinde. Tabi ki Tuğçe’ye minnettardım. Önüne kilolarca altın, milyonlarca para koysam bile asla ödeyemezdim hakkını. Hiçbir zaman kötü bir duruma düşmemiştim.
       Benim söyleyeceğimi anlayan Tuğçe, yine her zamanki gibi olayı açığa savurdu.
       “Erdal Ustam gördüğün gibi halimiz ortada. Yanımızda 5 lira 16 kuruş var. Biz üstünüz versek olur mu? Söz veriyorum para elimize geçer geçmez vereceğiz. Henüz bursluluklarımız yatmadı. Hatta ben size telefon numaramı da vereyim şeyse eğer.”
       “Kızlar ya ben de bir sorun var sandım. Tabii ki olur. Başımın üstünde yeriniz var ama yine de telefon numaranı alabilirim Tuğçe’ciğim. Babanı kaç gündür arıyorum, ulaşılamıyor. Bir sorun yok değil mi?” İşte bu soruyu hiç beklemiyorduk. Mustafa amca, bizi çocukluğumuzdan beri sürekli buraya getirildi. Erdal Ustayla da şakalaşır, iyi anlaşırlardı. Kısa bir bakışma yaşadık, Tuğçe’yle. O soruya benim karşılık vermem hiç de doğru değildi. Tuğçe de kararsız bakan yüzünü hemen yumuşattı.
       “Yok Ustam, ne sorun olacak.”
       Var olsam, var. Bu sapık Mustafa var ya, beni taciz etmeye kalktı.
       “Sağlığı yerinde değil mi? Görüşmeyeli uzun zaman geçti.” diye bir soru daha attı.
       “Evet evet, çok iyi sağlığı. Allah bozmasın, turp gibi maşallah.”
       Sağlığını geç ustam sen. Öldü o, öldü. Biz çoktan gömdük bile.”
       “İyi iyi, Allah bozmasın. Sizin okullarınız nasıl? Sorun yoktur inşallah!” Bu adamın işi yok muydu ya? Hadi usta neyse de Tuğçe’ye yanıyordum. Yalanla dolanla cevaplar vermeye devam ediyordu ve bu işi iyi yapıyordu. Yani doğruları mı söyleseydi? Kız da haklı!
       “Okulda iyi ustam. Hiçbir sorun yok, çalışıyoruz, gün boyu.”
       Okuldan atıldık biz usta. Yeni okula gittik. Hatta yetmedi, ilk günden kavga çıkardık. Hiç dersleri çalışmıyoruz, cinayet peşindeyiz ustam!
       “Aferin size kızlar! Erkeklerle de fazla takılmayın da, benim ve Mustafa'nın başına iş açmayın.” dedi gülerek. Cevaplama işini yine Tuğçe'ye bıraktım.
       “Erkek mi? O da ne?” diye aptalca bir espri patlattı Tuğçe. Komik olmasa bile gülmeyi eksik etmedim. Ne erkeği ustam ya, biz bize yeteriz. Erkek kavramı bize göre değil.
       Ustam biliyor musun, biz hiç üç erkekle tanıştık. Cinayete ortak oldular. Bizim yüzümüzden kavga çıkarttılar. Hatta kaç gündür aynı evde kalıyoruz. Sen düşün artık erkek kavramını!
       “Eylül? Tuğçe?” Arkamızdan birden Çetin ve Murat'ın belirlemesi, bizi aşırı yalancı durumuna düşürmüştü. İşte şimdi utanılacak durumdaydık. Yanımıza yaklaştılar! Neymiş de dışarıda ağaç olmuşlar. Kaç saattir ne yapıyormuşuz. Bütün kızlar aynıymış, kibar kibar yemek yiyeceğiz diye uğraşıyorlarmış da neymiş de neymiş...
       “Sözlerine daha fazla dayanamayarak, Çetin'e orta sertlikte bir tokat yapıştırdım. Onun şokuyla zaten kendine zor geldi, herkes gülmeye başladı. Durum böyle olunca, ben de ciddiyetimi bozup gülmeye başladım. Sonra da dayanamayarak “Acıdı mı?” diye sordum.
       “İlk defa bir kızdan dayak yedim. Bunu bana tattırdığın için çok çok çok teşekkür ederim Eylül.” Dedi. Doğrusu bu tepkiye şaşırmamak elde değildi. Biri bana Tokat atacak ve bende susacağım ha? Bir tane de ben yapıştırırdım vallahi.
       “Hiç önemli değil, ne zaman istersen zevkle. Hadi sizi dışarı alalım, biz geliyoruz.” Dedim, onları kovarak.
       “Paranızı ödeyelim, gideriz.” dedi Murat elini cebine katarak.
       “Ya size ne oluyor? Hallettik biz. Bekleyin dışarıda, geleceğiz işte, uzatmayın!” dedim tepki göstererek. Dediğimi yaptılar ve dışarı çıktılar.
       Ustaya elimizdeki 5 lira 16 kuruşumuzu uzattık. Aldı ama bir kuruş anlam veremedi. Tuğçe de masum masum bir bakış atarak, olayı kapattı. 
       “Görüşürüz ustam!” diyerek yanağına küçük bir öpücük kondurdu. Ben de gidip tokalaştım. Abimiz gibiydi, Erdal usta. Hep bize yardımcı olurdu. Çok severdik onu.
       “Kızlar çocukları bekletmeyin şimdi ama yine konuşacağız bu konuyu!”
       “Tamam Ustam!” diye atıldı, Tuğçe. Kağıda numarasını yazıp ustaya uzattı ve oradan uzaklaştık.

YILDIZI BOZAN PARÇA Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin