Bankaya gidip parayı çektik. Şimdi de hiç bilmediğim sokakta, hiç bilmediğim birinin yanına gidiyorduk. Berk’in dediğine göre eşi benzeri bulunmayan biriymiş. Bu yazı işlerinde falan harikaymış. Bu adam kim ise, ulaşmakta, gizemliliği kadar zormuş. Yol bitmek bilmedi ama sonunda varmıştık. Büyük bir binanın önüne arabayı park ettik. Arabadan iner inmez ilk işim binanın kaç katlı olduğunu saymaktı. Üşenmeden bütün katları tek tek saydım. “On bir katlı!” dedim sayma işim bitirdikten sonra.
“Keşke bana sorsaydın.”
“Emeğe saygı göster biraz.”
“Doğrusu ben çok da bir emek göremiyorum.” Ukala işte! Berk önden, ben arkasından binaya girdik. Kapısı açıktı ama yine de Berk zile basmayı tercih etti. Asansöre bindik, üzerinde sekiz yazan tuşa bastık. Berk’le ilk defa bu kadar küçük bir yerde baş başaydık. Kokusu bütün yeri sarmıştı. Çok büyüleyiciydi. Asansörden çıktığımızda, kapı çoktan açılmıştı. Kapının önünde açık kumral saçlı, kahverengi gözlü biri vardı. Bizden büyük, yaklaşık yirmili yaşlarındaydı. İçine kapanık birine benziyordu. Yakışıklı değil desem yalancı olurdum tartışmasızdır.
“Hoş geldiniz!”
“Hoş bulduk, ben Eylül.” Diye elimi uzattım, elimi sıktı.
“Ben de Ufuk!” Kısa bir hoş beşten sonra kapının önü, yerine içeri girmeyi tavsiye eden kişi Ufuk olmuştu. Zaten yeterince yorgun kalmıştım. Az da olsa dinlenmek, benim de hakkımdı. Bizi oturma odasına götürdü, evi çok az eşyalardan oluşuyordu. Sadeydi ama çok güzeldi. Şu an içinde bulunduğum oda da ise koltuk takımı, halı ve televizyon vardı. Bir de dolap, beyaz süs eşyası bile yoktu. Buna rağmen göz zevki iyi olacağından ki eşyaları çok güzeldi ve uyumluydu. Yeni tanıştığım ama kolayca kanım ısındığı Ufuk, Berk'e nasıl olduğunu, uzun zamandır görüşmediklerini ve hangi bir problem olup olmadığını sordu.
“Aslında var ve senden yardım almaya geldik.” diye cevap verdi Berk.
“Umarım size yardım edebilirim.”
“Elimizde bir tane yazı var ve bunun sahibini arıyoruz.”
“Bakayım yazıya.”
Çantamın fermuarını açıp içindeki lanet dolusu zarfı çıkardım. Siyahlara bürünmüş, lanet dolu bir zarf..! Uzatıp Ufuk'a verdim. O da renginden dolayı biraz şaşkın gözüküyordu. Peki ya içindekileri okuyunca tepkisi ne olacaktı?
“Simsiyah bir zarfı da ilk defa görüyorum doğrusu.” dedi ve bizi her saniyede heyecanlandıran adımlarla, yavaş yavaş sayfa açtı. İçindeki kan rengine bürünmüş kağıdı çıkardı. Kan rengi mürekkeple yazılmış, tüyleri ürperten yazı karşısındaydı ve gözlerinden anlaşılacağı gibi okuyordu. Bizi soru yağmuruna tutmamasını umut ediyordum.
“Sizinle güzel oyunlar oynayacağız.” dedi ve yutkuna yutkuna o kağıdı okumaya devam etti. “Çok güzel bir oyuncuyumdur. Siz yine de dikkat edin. Oyunun sonuçlanmasına az kaldı. Haklı hakkını, suçlu suçunu alacak. Gerçi haklı da sizin öldü ama artık benim yanımda. Belki yarın, belki yarından da yakın.” Dalgın dalgın duraksadı ve yüzümüze baktı. “Bu ne demek?”
Bu anlamlı soru karşısında, gözlerim Berk'ten başkasına görmüyordu. Bütün sorumluluğu ona devrettim.
“Ufuk bize yardım edecek misin?”
“Berk bir şey sordum.”
Eğer geçerli bir açıklama yapamazsak Ufuk, bize yardım etmeyecek gibi gözüküyordu. Olaya hemen müdahale ettim.
“Ufuk bizimle ilgili değil ama gerçekten kimin yazdığını bilmemiz gerekiyor. Lütfen bize yardım et.”
“Eylül size ne el alemin işlerinden? Başınızı belaya mı sokmak istiyorsunuz?”
“Zaten kendimiz belayız. Fazlasına gerek var mı?”
“Bak gerçekten bilmeniz lazım. İnan bana, normalde lazım olmazsa bunlar benim umurumda bile olmaz.”
“Bakın, yanılmıyorsam bunu yazan kişi biliyorum. Genelde o aklımdaki kişi yazıyor zaten bu tip şeyleri. Tehlikeli, hiç bulaşılmaması gereken biri. Eğer oysa hiç bulaşmayın derim.” Peki, kimdi bu? Kimin nesiydi? Bizi nerden biliyordu? Yine aklımı sorular kurcalarken, cevap bulmanın peşine düştüm.
“Bizim için gerçekten önemli. Her kim olursa olsun, onu bulmak istiyorum.” Berk'in de onayını alıp zar zor Ufuk'u ikna ettik. Bizi küçük bir odaya götürdü. Masanın üstünde bir bilgisayar duruyordu ve açıktı. Demek ki biz gelmeden önce bilgisayarı ile ilgileniyordu. Oda da tek bir tane sandalye bulunuyordu ve ona da mekanın sahibi oturdu. “Biz ne yapalım?” diye sordum.
“Susabilirsin mesela!” Ufuk’tan gelen cevap, hiç de şaşırtmıştı. Kimin arkadaşıydı sonuçta? Berk neydi ki arkadaşın ne olsun? Berk’e baktığımda eliyle ağzını kapatmış, bize çaktırmadan sırıtıyordu ama çaktırıyordu. Dirseğimle, karnına sessiz ve hızlı bir biçimde vurdum. Hemen eski ciddiyetine dönüp odağını Ufuk'a verdi. Ufuk, kağıdın yazılı tarafını alıp daha önce hiç görmediğim bir makineye koydu. Biraz rahatsız edici bir ses tonuyla, makinenin ışıkları yandı ve çalışmaya başladı.
“Bu ne?” diye sordum. Beni sus demekle susturmak zordu.
“Benim yazı icadım.”
“Nasıl yani? Sen mi yaptın?”
“Evet!”
“Şaşırtıcı!”
Benimle konuşmasını sonlandırıp bilgisayar ekranına geri döndü. Gerçekten inanılmazdı. Muhtemelen fotokopi makinesinin parçaları ile yapmıştır. Dış görünüşü, tıpatıp benziyordu. Kağıdı makineden çıkarıp bana verdi. Bilgisayardan birkaç uygulama karıştırdı. Çalışırken rahatsız edilmeyi sevmeyen biri gibi tüm odağı bilgisayardaydı. Gerçi kimse severdi ki.
“Bu mürekkeple yazılmamış.” Kıpkırmızı yazı başka ne ile yazılabilirdi ki? “Kan bu!” Bütün şaşkınlığımın içinde gözlerimi, Berk'e çevirdim. Onda da durumlar aynıydı. Bizimle her kim uğraşıyorsa elinde sonunda ortaya çıkacaktı.
“Emin misin?” diye sordum. Kanla mürekkebi nasıl bu kadar kolay ayırt edebilmişti ki?
“Benim makinem sadece mürekkebi ve boya çeşitlerini bulabilir. Bu mürekkep veya boya değilse, başka ne olabilir?” Mantıklı olmaması için defalarca dua etmiştim ama çok mantıklıydı.
“Kim böyle bir şey yapabilirdi ki?” diye sormadan edemedim.
“Tahmin ediyorum ama yine de sonuçlara bir bakalım.” dedi ve bilgisayarda yaptığı araştırmalara devam etti. Kimi tahmin ediyordu acaba? Yarım saatlik bir bekleyişin ardından Ufuk'tan gelen ses hepimizi meraklandırmıştı. “Tam da tahmin ettiğim gibi!” Bu ne demek oluyordu? Kimdi ki bu?
“Kim ki bu?” diye aklımdaki soruyu ortaya döktü Berk.
“Bayhan!”
“O da kim?” diye sordum. Bizim cinayetimizi nasıl öğrendi? Bizi nereden tanıyordu?
“Psikopatın biri!” duraksadı. “Hiç bulaşılacak biri değil, çok tehlikeli.” Peki, Ufuk nasıl bu kadar iyi tanıyordu?
“Berk sen tanıyor musun?” Sormadan edemedim. Çevresi geniş olduğu için tanıması bana şaşırtıcı gelmezdi.
“İsmini duymuşluğum var.” Ufuk’un defalarca bulaşmayın uyarıları bizi durdurmuyordu. Dediğine göre gerçekten biraz tehlikeliydi ama ona bulmamız lazımdı. Zaten Ufuk'un dediğine göre sadece yazı işleri yapıyormuş ve bunun karşılığında işler yerine gitmezse, kendi yöntemlerini ortaya atıyormuş.
“Peki, kendi yöntemlerinden kastın ne?”
“Her şey olabilir!”
“O kanlı yazıyı, Allah bilir hangi candan aldı?” Acaba ne Mustafa amcanın kanından mıydı? Ama sadece yazıyı ile uğraşıyormuş. Peki bir ceset kimin elindeydi? O yazıyı kim yazdırdı? Baysal denen adama gidebilecek kadar bize bedel ödetmek isteyen kimdi? “Kimin yazdırdığını bulmam lazım.” Bulmamız demek istemedim, böyle tehlikeli bir işe Berk’i bulaştıramazdım. Bu olay, benim olayımdı.
“Pardon?”
“Duydun işte! Ben kendim halledeceğim.” diye karşılık verdim Berk’e.
“Hemen geliyorum.” deyip yanımızdan ayrılan Ufuk’tu. Nereye gittiğine dair hiçbir fikrim yoktu. Biz ona karşılık vermeden, kavgamızda devam ettik.
“Berk bu benim olayım. Şu ana kadar çok yardım ettiniz, teşekkürler ama artık gerçekten oyunun sonlarına geldik.”
“Bu masalda yanan biri olacaksa, tek sen olmayacaksın Eylül Vural. Bu kadar masum biri varken, suçluluğun kazanmasına asla izin vermem.” Ufuk'un gelmesi ile konuyu hemen kapattık. Bu sır beş kişinin arasında, masalın sonuna kadar kalacaktı. Bundan hiç şüphem yoktu.
“Ben nerede bulabilirim bunu Baysal denen adamı?”
“Bak ya, yine ben dedi.”
“Berk!” dedim kızarak.
“Ben biliyorum ama bakın son kez uyarıyorum. Çok tehlikeli, gitmeyin.” Vazgeçmeyeceğimizi Ufuk da anlamıştı.
“Kızım, Berk de psikopatlık falan var, onu anlarım da, sendeki bu inat nereden geliyor?”
“Ah bende bir anlasam...” diye ah çekti Berk.
“Ver, telefonuna numaramı kaydedeyim.” Uzattığı telefonu alıp numaramı kaydettim. “Sen bana konum atarsın. Hadi eyvallah!” deyip çantamı almamla kapıdan çıkıp gittim. Kapının açılma sesini duydum ama aldırış etmedim. Muhtemelen Berk'ti.
“Eylül bekle!” Bana yetişememesi için biraz daha hızlı gitmeye başladım. “Sen bilirsin, Ufuk nerede olduğunu bana söyledi. Sana konum atacağını falan mı sanıyorsun?” Birden arkamı döndüm, Berk arabasının ön kapağını açmış, beni bekliyordu.
“Böyle bir şey yapmaz!”
“Sen bilirsin!” deyip direksiyonun başına geçti. Aklımı kurcalayan soru işaretlerine yenik düşerek, koşa koşa arabaya bindim. Bütün yol boyu ağzını bıçak açmamıştı. İster istemez bir korku vardı. Sonuçta bir psikopatın yanına gidiyorduk. Gerçi psikopatın biri de yanımda ama... Bir şey olsa kendimi savunmak için, çantanda tek biber gazı vardı. Berk arabayı bir kenara park etti ve arabadan indik. Telefonumun çalması ile birden irkildim. Neden bu kadar abartmıştım ki şu Baysal’ı.
*Tuğçe Erdem kişisi arıyor...
“Efendim kanka!.. Berk’leyim... Geziyoruz... Yavrum bir şey yok, normal geziyoruz.... İyiyim iyi... Kafa dağıtmak benim de hakkım değil mi?.. Şimdi getiremeyiz... Geleceğim zaten az sonra, seni de Murat gezdirsin... Tamam... Hadi görüşürüz.” Bir para çekeceğim diye çıktım, kaç saattir dışarıdaydım. Kim olsa merak ederdi. Hele ki böyle bir psikopatın yanında.
“İçeri girdiğimizde neyle karşı çıkacağımız belli değil. Ben ne dersem o olacak, anlaştık mı?”
“Sanki anlaşmadık desem senin dediğin olmayacak.” Tartışmasız, bugün söylediğim en doğru cümleydi.
“Anlaştığımızı düşünüyorum o zaman.” Dedi ve yürümeye başladım. Takip eden yine benimdim. Kocaman bahçesi olan bir evin, ziline bastık. Uzun boylu, kısa saçlı, sarışın bir kız kapıyı açtı. Siyah mini eteği, güzelliğinin bir parçasıydı ama ben bu bir karış eteği hiçbir yerde giymezdim. Okulda bile zar zor giyiyordum. Berk’in, kadına bakmaması için gereksiz bir dua ettim. Daha fazla beklemeden hemen konuya daldım. Berk’i bekleyecek olsam zaten...
“Merhaba!” dedim.
“Merhaba!”
“Biz Baysal Abiye bakmıştık.”
“Bekleyin biraz.” dedi ve suratımıza kapıyı kapattı. Berk’in bana bir bakışı vardı, anlatılmaz yaşanır türündendi.
“Eylül, sen niye bu kadar şımarıksın?”
“Ne yaptım ben yine ya?”
“Şu kadarını söyleyeyim, böyle önemli konulara ufaklıklar karışmaz. Anladın mı ufaklık?”
“Lan sen kaç yaşındasın?”
“Lan denmez ama ya ayıp. Cıs cıs!” Hem gülüyor hem alay ediyordu.
“Cıs cıs ne?” İşaret parmağımı çenesine dayayıp tehdit sözlerimi sıralamak için başlangıç yaptım. “Bana bak-“ kapının açılmasıyla lafım kursağımda kalmıştı. Yine aynı kız karşıma dikilmişti. Baysal’ın bizim beklediğini söyledi. Yine yüreğim ağzımda, içeri girdi. Belki bu içinden geçtiğimiz son kapıydı. İçeride hiç beklemediğiniz bir manzara vardı. Her şey kıpkırmızıydı. Koltuklar, halı, masa, sandalye... İnanın bana bir tane bile kırmızıdan başka bir şey yoktu. Yerdeki fayans bile kırmızıydı, gördüğüm en ilginç manzara olabilirdi. Kırmızının tonları ile bürünmüş bir ev! Baysal denen adam bu olmalıydı. Kıpkırmızı koltukların üstüne yayılmış, bıyıklı, mantolu biriydi.
“Hangi rüzgar attı sizi buraya gençler?” Tabii bana konuşma yasaktı. Sırf Berk yüzünden, daha doğrusu Berk’e olan inancım yüzünden susuyordum.
“Baysal Abi, biz sizinle bir şey konuşmaya geldik.” Dedi.
“Eylül ve Berk!” Oha! İsmimizi biliyordu ama nasıl? “Sizce de isimleriniz çok uyumlu değil mi?” Ben hala isimlerimizi bilmesinin şokundaydım.
“Bizi nereden tanıyorsun?”
“Sizdik, ne ara sen olduk.”
“Ben kafama göre takılırım.”
“Bir ortak özelliğimiz var o zaman. Ben de kafama göre takılırım.” Bu ne tür bir adamdı? Berk, hiçbir şey demeden, izin almadan kanı anımsatan kıpkırmızı koltuğun üzerine oturdu. Bende hiçbir ben de birkaç metre ilerisine oturdum. Baysal bunu hiç beklemiyormuş gibi şaşırdı. Kendi aklınca bu saygısızlık falan mı sanıyordu?
“Baysal abi, bizi nereden tanıyorsun, bilmiyorum. Muhtemelen sana o yazıyı yazdıran şahıs söylemiş. Bu kişi kim?”
“Siz nereden öğrendiniz beni?”
“Bu sizi ilgilendirmez. Bize bu yazıyı kim yazdığını ve neyle yazdığını söyle.” diye emir üstüne emir yağdırdı. Bir de beni susturuyordu. Her şeyi mahvetmek üzereydi.
“Burası neden kıpkırmızı biliyor musun?” Dedi, sustu. Büyük bir nefes alıp konuşmasına devam etti. “En sevdiğim renk, kırmızı. Özellikle de gerçek kan kırmızısı.” Bu cümle gerçekten tüyleri ürpertiyordu. Bu ürpermeyi Berk de görememiştim.
“Bundan bize ne?”
“Öyle deme, lazım olur.” Bu ne demek oluyordu? Bir an önce Berk’i sinirlendiriyor olsam bile olaya atılmam lazımdı. Şu an hiç de kuralı falan dinleyemezdim.
“Baysal Abi bize yardım edecek misin?” diye sordum.
“Eylül gerçekler acıdır. Bunu en iyi sen bilirsin.”
“Neden?”
“Daha sen küçükken annen, babanı aldatmış. Seni terk etmişler, yazık acıyorum sana.” Yarama tuz basmıştı. Benim özel hayatımı bilmek, onun ne haddineydi? Yıllar geçse de benim yaram daha yeni yeni kabuk bağlamıştı. Geçmesi bir ömrümü alabilirdi. Aklıma geldikçe kabukları soyulup yenilen kanamaya başlıyordu.
“Baysal, sen çok fazla oldun. Bize kim yazdırdığını söyle gidelim.” diye lafa atıldı Berk. O da sinirli gözüküyordu.
“Şimdi de abiye sildik. Neyse ben biraz kendimden bahsedeyim size, kanlarla dolu yazılarımla insanlara yardım ediyorum. Karşılığında hiçbir şey istemiyorum çünkü kötüler, kötülerin dostudur. Bana cinayet babası derler. Sırf kana olan aşkımdan insanları, hiç acımadan öldürüyorum ve bununla gurur duyuyorum. Kanlarını ben, bedenlerini ise kara toprak alıyor. Zevk olarak yaptığım bir iş.” İnanamıyordum! Şu an karşımızda hakiki bir katil duruyordu. Evet, bizde katildik ama psikopatlığımızdan yapmamıştık. Hayatımda dinlediğim en iğrenç sözlerdi. “Tuğçe çok güzel bıçaklamış. Tek bıçakla, tek Adam.” Adam anlatırken gülüyordu. Böyle bir şey var mıydı?
“Aslında bana çok lazım böyle bir insan.”
Berk de ben de şaşkınlığımız da birlikte adamı dinliyorduk. “Bizi korkutmaya mı çalışıyorsun?” Diye sordu Berk sinsice gülümseyerek. Öyle bir amacı yoksa bile korkutmuştu.
“İnan bana, amacım bu olsa, daha farklı yöntemler denerdim.” dedi ve göz kırptı. Farklı yöntemlerden kastının ne olduğunu çok iyi biliyordum. Bu adamın ve Berk’in gözlerinden öfke fışkırıyordu. Belki de tam da şu an onu en sinirli gördüğüm anlardan birine şahit oluyordum. Her an bir tepki göstereceği belliydi. Azıcık sakinleştirme umudu ile yanına yaklaştım. Yavaşça kollarını, avucumun içine aldım ve ani saldırısına karşı onu engelleyebileceğim umudunu yaşadım. Varlığımı hissetmemiş gibi kendini toparlayıp yine Baysal’a konuşmaya başladı.
“Bana bak, Baysal mısın nesin bilmiyorum ama bildiğim tek bir şey varsa, bizim senden korkmadığımız.” Baysal aniden bakışlarını bana çevirdi. O sert bakışlarının ardında boğuluyordum.
“Küçük hanım hiç de öyle demiyor ama?” Küçük hanım mı demişti bana o? Berk’in birden elinin arasından kaymasıyla bir daha tutmaya çalıştım ama çoktan Baysal’ın boğazına yapışmıştı. Benim yapmak istediğimi yapmıştı ve hiç de bozmak istemediğim bir sahne ile karşı karşıyaydım. Adam kızarmaya başladığını görünce korkmadan edemedim. Birden Berk'i hızlıca ittim ve iki saniyelik nefes almasına izin verdim. Kaçmayı denemek yerine sesli bir şekilde ıslık çaldı. Berk yine aynı şekilde boğazını sıkıp duvara yasladı. Bu sefer gerçekten ikinci cinayetimize başvuruyorduk. Adam mosmor olmuştu. On yedinci yaş günümü hiç de böyle hayal etmemiştim. Cinayetlerle dolu bir yıl... Cesetler, tecavüzler, aile mevzuları, kanlar, aldatmalar... Kabus gibi bir hayatım ve bu hayatı paylaştığım dört mükemmel insan. Şu an bir labirentin içinde kaybolmuş vaziyette bekliyorduk. Çok zaman oldu ama biz hala ara labirentten kurtulamadık. Her gittiğimiz, yoldan daha çok kayboluyorduk. Haklıyken haksız olduk, kanıtlamak için delil arıyorduk, bulamıyorduk. Bu simsiyah hikayenin de beyazları vardı. Ne mi? Sanki bir yıldızlı temsil ediyorduk. Ben, Berk, Çetin, Murat ve Tuğçe. Her bir yıldızın parçasıydı. O simsiyah gökyüzünü, bizim simsiyah dertlerimiz misaliydi. Saliseler içerisinde ellerimi kulaklarımda, gözlerimi ise kapalı bir şekilde, yerlerde buldum kendimi. Bu bir silah sesiydi..! Sesi kesilmişti ama hala kulağım çınlıyordu. Elimi yavaşça kulağından çekip gözlerimi açtım. Berk’e bir şey olmaması için defalarca dua ettim. O iyiydi. Bana bakıyordu. Sesin nereden geldiğini umursamadan, koşarak Berk'e sarıldım. Çoktan Baysal’ı bırakmıştı. Kollarımı beline dolanmıştım. Neden böyle bir şey yaptığım konusunda hiçbir fikrim yoktu. Muhtemelen korkudan, refleks olarak yapmıştım. Huzur bulduğum kokusuna, koşa koşa atlamak da varmış. Birden onun ellerini, saçlarımın arasında hissettim, başıma ise başımın üstünde, garip ama güzel bir andı.
“Sizinle görüşecek hesabımız var.” Daha önce hiç duymadığım sesle, birden Berk’ten koptum. Arkamı dönüp sesin sahibine baktım. Eli silahlı iki tane adam..! Baysal, hemen adamların arkasına gidip saklanmıştı. İşte şimdi mahsur kalmıştık. Neden bir işimiz de düzgün gitmiyordu. Berk kolumdan tutup beni arkasına aldı. Korkmamak imkansızdı. Berk de korkuyordu ama hiç belli etmiyordu.
“Baysal Abimize yaptıklarınızın cezasını ödeteceğiz.”
“Silahla gelmek, erkeklerinize sığıyor mu?” diye cevap verdi Berk. Bu laf sonrasına silahlı adamlar birden birbirlerine bakmaya başladılar. Belli ki ağrılarına gitmişti. Hafif hafif silahlarını yere bırakmaya başlayacaklardı ki Baysal'ın konuşması, buna engel oldu.
“Sizi kerizler! İnanmayın şunlara!”
“Birincisi şunlar değiliz, Eylül ve Berk. Onu o olmayan beynine sokmaya çalış. Zor biliyorum ama en azından dene. İkincisi bu kızın saçının tek teline zarar gelirse sana bu dünyayı dar ederim bilesin.” Bu kızın yani benim, saçımın tek teline zarar gelirse sana dünyayı dar ederim demişti. İki silah karşısında olmama rağmen sadece bu cümleye dayanarak kendimi dünyanın en güvende insanı olabilirdim. Bir anda tüm korkum uçup gidecekti ki aklıma Berk geldi. Belki benim saçımın teline bile zarar gelmeyecekti ama ya Berk? İki tane silaha yetecek kadar gücüm yoktu. Onunla bir şey olursa asla kendimi affedemezdim. Bu güzel insanları da bir labirente sürükleyen bendim. Tüm suç benimdi. Şu an Berk’in arkasında olan kişi ben olmamalıydım çünkü hak etmiyordum.
“Demek bu kadar değerli, Eylül senin için?” diye lafa girdi Baysal. “Gerçekten bu kadar değerli mi?”
“Değerli ya da değil. Bu Seni hiç ilgilendirmez.” Kolumdan tuttuğu elinden kaydım ve tüm dikkati üzerime aldım. Berk’in önüne geçmemle neye uğradığını şaşırmış gibi gözükmesi bir olmuştu. Nefesini başımdan hissediyordum, saçlarının kokusu tüm içini sarmış olmalıydı. Elleri henüz neredeydi bilmiyorum ama ellerimde olmasını çok istiyordum.
“Eylül?” İkinci bir kelimeyi söylemesine izin vermedim.
“Berk! Sus!” dedim ve Baysal denen adama pis bakışlarımdan birini fırlattım. “Eğer birimizi bulacaksınız, beni vurun. Bütün bu işler, benim başımın altından çıktı.” Dedim ve gözlerimi yumdum.
“Demek bu kadar değerli, Berk senin için?” Yine aynı cümleyi kullanmıştı ama isimler farklıydı. “Siz sevgili falan mısınız? Ergen aşıklar!” dedi ve kahkaha fırlattı. Gözlerimin faltaşı gibi açılmasıyla birden arkama yani Berk'e döndüm ama arkamda yoktu. Önüme ne ara geçmişti? Kime kızınca bakacağımın şaşkınlığıyla etrafı izliyordum.
“Ne saçmalıyorsun sen?” diye öfke püskürdüm.
“İtiraz etmediğine göre?” Hala üstelemeye devam ediyordu. Kimden alıyordu bu cesareti? Kime, neyine güveniyordu? Erkekliğini şüphe uyandıran şu lanet olası silaha mı?
“Evet, sevgilim olur kendisi.” Sevgilim mi dedi o bana? Gerçek demediği aşikardı ama şakası bile garipsetiyordu. Peki şuan buna gerek var mıydı? Böyle bir yalan bizim ne işimize yarayacaktı?
“Ne güzel! Bir ömrü daha devrediyorsunuz beraber. İlk hanginiz bu silahın tadına bakacak söyleyin bakalım.” dedi ve silahın birini eline aldı. Berk’le uzun uzun ve derin derin bir bakışma yaşadık? Benim gözlerim korku doluydu, onunkisi ise ümitliydi. Dakikalar sonra son nefesimi verecektim, zaten bu saatten sonra yaşasam da pek mutlu olamazdım. Yaşamanın bir gereği yoktu.
“İlk ben!” diye atıldım. “Buraya benim yüzümden geldin. Belki bir mucize olur ve kurtulursun.”
“Saçmalamayı kes!” Bir anlığına yine eski sertliğine ulaştı. “Kendine iyi bak.” dedi ve kollarını belime doladı birden ve ben bu hiç bunu hiç beklemiyordum. Kalp ritmim ulaşılması gereken en hızlı haline gelmişti. Gözyaşlarım çoktan sel olmuştu. Büyük bir hıçkırıkla kollarımı boynuna doladım. Yüzünü ise boynuma gömmüştü, kaç dakikadır sadece kulakları açıktı. Tüm omzu, gözyaşlarımla dolmuştu. Canım yanıyordu. Onu kaybetmeyi istemiyordum. Hepsi benim suçumdu. Eğer onun bugün ölümüne sebep olursam, tek katili vardı, o da bendim. Mustafa Amcanın değil ama Berk’in katili olacaktım . Ne olursa olsun hepsi benim yüzümdendi. Hayat her defasında yüzüme türüyordu. “Ağlama artık!” Diye yavaş yavaş boynumda gömülü kafasını kaldırdı. Her ne derse desin sakinleşemiyordum. Birazdan beni bırakacak bir daha kavuşamayacaktık. “Sen gördüğüm en güçlü kızsın.”
“Hepsi benim suçum!”
“Hayır.” Diyebildi zorla. Gözleri kızarmıştı. Biliyordum, o da ağlamamak için zor duruyordu. “Öyle düşünme!”
“Berk, ben seni kaybetmek istemiyorum. Gitme! Lütfen gitme!” Sözlerim onu o kadar etkiliyordu ki... Kaşlarının ucunu havaya kaldırıp bir kedi kadar masum bir şekilde yüzüme bakıyordu, bazen de tavana. Bu hareketi o kadar iyi biliyordum ki. Her defasında gözyaşlarıma engel olmak için yaptığım en zor hayat kuralıydı.
Belki en çok gözlerine bakmayı özleyecektim, belki en çok nemli ellerine dokunmayı, belki saçlarını, belki de bir nefes kadar güzel kokusunu. Dudaklarını kulağımda hissettim. “Sana hiçbir şey olmayacak. Korkma!”
“Sana da olmasın.”
“Ben zaten yaşayan ölüydüm.” O ne demek şimdi?
“Yeter, bu kadar duygu sömürüsü. Son duanı et.”
“İnşallah bir gün can çekişe çekişe geberirsin, sevdiğin insandan için yana yana ayrılırsın.” Berk, belki de edebileceği en güzel dua etmişti. Sevdiği insan kimdi peki? Benim için demiyordur. Dese de sevdiği bir dost anlamda dediğine emindim. Arkadaş bakımından şeye ediyordur.
“Yapma! Ne olur yapma!” Hıçkırıklarımdan sesim ne kadar anlaşılabiliyorum, bilmiyordum. “Yalvarırım vurma Berk’i!” Bir yalvarmadığım kalmıştı, onu bile yapmıştım. Yeter ki Berk’ten beni koparmasınlar.
“Eylül yalvarma şunlara!” dedi Berk.
“Aynen Eylül, yalvarma şunlara!”
Bu ses?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
YILDIZI BOZAN PARÇA
Teen FictionYıldızı oluşturan beşli; Eylül Vural Berk Çağlar Çetin Karabilek Tuğçe Erdem Murat Karayel Peki bozan kim olacak??? Çaresizliğin ortasında birbirine sığınan beş dost... Ailevi sorunlar, dost kazıkları, arkadaşlık, aşk ve cinayet... Solu...