Büyük bir fırtına sesi ile gözlerini açtığında, sobanın yandığını belli eden sesi ve içeride ki sıcaklık yeniden uyumasına sebep olacak kadar güzeldi. Ama kapı açılıp dışarda ki fırtınadan daha da fırtınalı bedenin içeri girdiğini görünce bu uyku isteğini bastırıp bedenini hafifçe kaldırdı. Ela gözler kendine çevrildiğinde, uykulu gözlerini adamın gözlerine çevirdi.
Yılmaz gözlerini ondan çekip elinde tuttuğu bir kabı yere bıraktı, içinde peynir vardı. O sırada yerde ufak bir sofranın kurulu olduğunu anlamıştı Yusuf.
"Kalk, bir şeyler zıkkımlan. Daha sonra gideceğiz." dediğinde Yusuf yere oturup ağzına bir peynir atan adama baktı.
"Dışarıda çok fırtına var. Bu soğukta yürüyemem ben, uçarım."
"Cebine taş koyarız." dedi Yılmaz, umursamaz bir ifade ile. Yusuf gözlerini kısıp baktı.
"Dağda espri kaliten bu kadar mı gelişti? Ya da gelişemedi?" diye sordu küçümseyen bir sesle. Ela gözler sert bir şekilde ona döndü.
"Gel otur yemeğini ye, ya da yolda açlıktan ve soğuktan bayıl. Ama bayılana kadar seni yürüyeceğimi de bil."
Yusuf birkaç saniye ela gözlere baktı, ama orda geri adım atan bir ifade göremeyince sıkıntı ile oflayıp yataktan çıktı. O da yere oturduğunda Yılmaz'ın elinde ki ekmeği çekip aldı. Yılmaz ona ters bir bakış atsa da umursamadan yandan yeni bir ekmek aldı.
Ekmeğin içine peynir ve tadı olmayan domateslerden koydu. Kışın domatesin tadı mı olurdu ki... Umursamadan yemeye başladı.
İkisi de yemeklerini bitirince, Yılmaz sofrayı topladı. Ardından içeri girip parkasını giyindi, ardından puşisini ve şapkasını taktı. Yusuf'da aynı şekilde giyinmişken, artık gitme vakitleri gelmişti.
"Yorganı al." dediğinde Yusuf iple sarılı olan yorgana baktı. Aşırı ağırdı ve o karda bile kendini zor taşıyordu.
"Ben onu bu fırtınada götüremem ki."
"Benim de uşaklığını yapmamı bekliyorsan, çok beklersin öğretmen." dediğinde Yusuf ona döndü. Zaten onun da taşımayacağını biliyordu.
"Eğer iznin olursa, ben seninle yatarım. Çünkü ben götüremem şimdi. İlk geldiğimiz zaman ki kar yağışı olsa belki olabilirdi ama..." diye açıkladı kendini uzun uzun. Sadece diyeceği şey, seninle yatabilirim demek olacaktı. Ela gözler birkaç saniye gözlerine baktı, ardından kafasını salladı.
Beraber dışarı çıktıklarında fırtına soğuk soğuk yüzlerine vuruyordu. Üzerinde ki puşiyi kafasına sardı ve silahı ile önden önden yürümeye başlayan adamın arkasından kısık gözleri ile gitti.
Yolu düşünmek ona şuan azap gibi geliyordu. Gidecekleri dağ uzak olmasa bile kar ile mücadele ederek gittikleri için oldukça uzuyordu yol.
Yılmaz yine önden önden başı dik bir şekilde yürüyordu, yeşil gözlü oğlan ise içinden çarpım tablosunu sayarak soğuğu unutup aklını karıştırmak ister gibi matematik ile oyalanıyordu.
"Dört kere dokuz, otuz altı..."
Kendi kendine mırıldanıp yürürken, nefes nefese kaldığı belli oluyordu ama yine de hesaplardan vazgeçmedi. Kafasını normal bir şekilde dağıtan sadece bu vardı.
"Dokuz kere yedi, altmış üç." dedi yeniden.
Bir süre sonra bata çıka, ayakları sızlaya sızlaya da olsa dağa geldiklerinde, hiç bir dağa bu kadar mutluluk ile bakmamıştı. Hatta bir gün kaçırıldığı bu dağa bu kadar mutlulukla bakacağını bile bilmiyordu.
Mağaraya gittiklerinde adamlar Yılmaz'ın elinde ki birkaç poşeti hızla aldılar saygı ile. Yusuf direkt mağaraya geçerken, içeride yanan ateşi görüp hızla oraya ilerledi ve puşisini çıkardı.
Ayaklarını ve ellerini ateşe tutarken, aşırı derecede yorulduğunu hissediyordu. Soğuktan uykusu bile gelmişti. İçeri giren beden ona bir bakış atıp ateşe doğru ilerledi ve bir odun daha attı.
Yusuf biraz daha ısındığını hissedince ayağa kalkıp yanda ki valizine doğru ilerledi. Oradan bir pantolon ve içlik çıkardı. Ateşin başına dönüp ayağında ki postalı çıkardı. Yılmaz'a arkasını dönmüştü. Üzerini biraz geç de olsa giyindi, ela gözlü oğlana döndüğünde onun valizinin önünde durmuş bir siyah deri kaplamalı defterin sayfalarını çevirirken gördü. Anında kaşlarını çattı.
"Sen hiç görgü nedir bilmez misin? Ne diye benim özel eşyalarımı karıştırıp, okuyorsun!" diye sinirle yanına gidip ekinde ki defteri aldı. Ela gözler ona boş bir bakış attı.
"Okumadım." dediğinde Yusuf defteri kapatıp ona alay ile güldü.
"Görmesem..." dedi dalga geçerken.
"Ben okuma yazma bilmiyorum." dediğinde Yusuf afallayarak ona baktı.
"Nasıl bilmiyorsun?" ela gözler ifadesiz bir şekilde bakmaya devam etti.
"Hiç okula gitmedim." dedi, ardından kendisine afallayarak bakan çocuk sinirini bozduğu için adımlarını dışarı yönlendirdi.
Yusuf birkaç saniye daha arkasından bakıp, kaşları çatık bir şekilde kitabı valizine koydu. Düşünmemeye çalışıyordu.
"Üç kere on yedi, elli bir..."