S4 [bölüm 56] i've waited way too long

1.9K 196 77
                                    

[çalıyor...]
peter manos - in my head

i know it's not the same
but i feel it any way
tell me if that's okay
no, i'll be on my way
should've known, now i feel insane
am i insane?

*****

Ölmeye karar vermeden önce, ölmenin ne kadar farklı yolları olduğunu fark etmemiştim. Ama bir kez ölmeye karar verince çok fazla seçenek olduğunu görüyordunuz. Bileğimi kesmek, çatıdan atlamak, kendimi asmak, ilaç içmek ve daha birçoğu sonuçsuz kalınca pes edecektim. Neredeyse ölmeye çalışmanın bile yaşamaktan daha fazla yorduğunu düşünüyordum. Ama ben kesin vazgeçişime karar veremeden aklıma yeni bir fikir geldi. Stiles Stilinski her zaman bir şeyleri hayatta tutmak için fikir üretirdi. Dönüştüğüm bu yeni kişiyse her şeyi yakıp yıkmak istiyordu.

Derek'in anısını yaşatacak bir ölüm olması için evimi ateşe vermeyi bile düşünmüştüm. Ama bu babamın canını umduğumdan daha fazla yakardı. Bu fikrin de çöpe gittiği gün, otuz sekizinci gündü. Derek gideli otuz sekiz gün, yirmi iki saat ve altı yağmur geçmişti. Bazı günler kimse yokluğumu fark etmeden evine gidiyordum. Onun kokusunu, dokunuşunun hayaletini ve varlığının sıcaklığını arayarak saatlerce karanlık salonda geziniyordum. Gözlerim yatağına takıldığında bir ağlama krizi başlıyordu. Kollarımı kendime sararak yokluğunu hafifletmeye çalışıyordum ama bu boşa kürek çekmekti. Onun kendine has tutuşu, sarıldığında kasılan kolları ve teninin sıcaklığı bu dünyayı terk etmişti. Parmaklarımız son kez birbirine değemeden hiç var olmamış gibi silinmişti.

Otuz dokuzuncu gün okula gittiğimde Danny'nin benimle konuşmadığını fark etmiştim. Ama sorun değildi. O sabah keyfim yerindeydi. Scott'la karşılaşana kadar da bu keyfin bozulmayacağını düşünüyordum. "Günaydın." dedi, dolabının açık kapağına baktım. Dolaplarımızın yan yana olduğunu unutmuştum. Kendi dolabımın kilidini açarken "Günaydın." diye mırıldandım. Hayatımın on yedi yılında Scott'la konuşmadan geçen günüm olmamıştı sanki. Varlığımın en başından beri yanımdaydı. Şimdi iki yabancıya dönüşmüştük ve bunun sorumlusu oydu. Dolabımı kapatana kadar bekledi ve benimle birlikte tarih sınıfına yürümeye başladı. Sakin kalmaya çalışarak ilerledim.

Herkesin benimle konuşma çabası göstermesi öfkeden delirmeme sebep oluyordu. Öğle yemeğinde sabrım taştı, yalnız başıma yemek istiyordum ama hepsi etrafıma dizilmişti ve sanki hiçbir şey olmamış, yaşanan kıyamet yaşanmamış gibi sohbet edip eğleniyordu. Elimdeki kola şişesini sıktım, sakin olmak için kendime telkinde bulundum. Şişeyi sıktım, sıktım ve nihayet Lydia şampiyonluk maçından sonra verilecek partiyi anlatırken şişe elimde ezildi. İçindeki kola masaya saçılıp elimden aşağı akarken çenemi kilitlemiştim. Bütün gözler bir anda bana dönmüştü. Her biri başka bir suçluya ait bakışlardı bunlar. Onlara bakmaya bile tahammül edemiyordum. Danny'nin birkaç sıra ilerideki masadan bize baktığını gördüm. "Nihayet." der gibiydi. Duygularımı ortaya dökmemi o kadar ısrarla istiyordu ki bu onu memnun ederdi.

"Her şeyi kabullenebilirim," dedim, sesim fırtınayı haber veren bir rüzgar gibi keskindi. Gözlerimi kapatmış sakin olmaya çalışarak yumruklarımı sıkıyordum. "Her şeyi. Ama sizin bu umursamazlığınızı ve yüzsüzlüğünüzü sindirmekte güçlük çekiyorum." Derin nefesler alıyordum. Malia kaşlarını çatarak "Hatamızı telafi etmeye çalışıyoruz Stiles," dedi. "Sen de biraz çaba sarfetsen çok iyi olur." Onun insan ilişkilerinden bu kadar anlamıyor olması beni güldürdü. Gülerken ona baktım. Hepsine baktım. Hatalarının farkındaydılar. Ama şuanda farkında olmalarını istediğim şey bambaşkaydı. Gülüşüm silinirken "Derek öldü," dedim. Söylemek hâlâ canımı yakıyordu. "Otuz dokuz gün, sekiz saat geçti. Bunca zaman hiçbiriniz ondan bahsetmediniz, hatırasını onurlandırmadınız ya da nasıl olduğumu sorgulamadınız. Ama siz sormadan söyleyeyim. İyiyim. Stiles ne zaman kötü oldu ki?"

Öğleden sonraki derslere katılmak işkenceydi. Artık hepsi bana saatli bombaymışım gibi davranıyordu. Yaram geçen her dakikada daha da acıyordu. Bazen karnıma öyle bir acı giriyordu ki nefesim kesiliyordu. Son dersten önceki teneffüste Liam'la karşılaştım. Görünüşü karşısında öyle şaşkına dönmüştüm ki birine çarptım. "Senin neyin var böyle?" diye sordum, içimdeki Stilinski insanlardan öyle kolay vazgeçemiyordu. Liam mor göz altlarıyla bana bakarken bitkin görünüyordu. Beni görünce yüzünü sıvazladı. "Affedersin Stiles," dedi. "Seni görmedim. Nasılsın?" O dolabına kitaplarını yerleştirirken ben de dolaplara yaslanarak onu inceledim. Yüzümü buruşturarak "Tanrı aşkına, Liam, bu hâlin ne?"  dedim. "Dur bir saniye. Sen kilo mu verdin?" Fazla çelimsiz görünüyordu.

Benim sorgulamama karşılık yalnızca boş boş baktı. Sonra başını eğip kendini incelerken omuz silkti. "Bilmem, olabilir. Son zamanlarda pek iştahım yok. Uyuyamıyorum da. Yorgunum biraz." Dolabını kapatıp bana baktı. Onu incelerken bir şeyin ayırdına vardım. Bu beni hem dehşete düşürdü hem de öfkelendirdi. Ama aynı hisleri paylaştığımız insanlara karşı sert olmak zordur. Liam'ın gözlerine bakarken kendi kırıklarıma bakıyor gibiydim. Başımı yana eğerken "Theo'yu gerçekten seviyorsun ha," dedim. Yalnızca ismini duymak bile onu heyecanlandırmıştı. Zavallı, diye düşündüm. Her zerresini paramparça edecek birine aşık olduğu için bir zavallıydı. Ama aşk söz konusu olunca hepimiz birer zavallıydık. Bu yüzden uzanıp omzunu sıktım. "Er ya da geç ortaya çıkacaktır, Liam. Benden sana tavsiye: Değiştiğinden emin olana kadar kalbini ona verme."

Son derste kalbimin atış hızı iki katına çıkmıştı. Yerimde duramıyordum. Üstelik korku ellerimi uyuşturuyordu, derse odaklanamıyordum. Bendeki bu tuhaflık Isaac ve Aiden tarafından fark edilmişti ama umurumda değildi. Kararımı vermiştim. Yalnızca uygulamaya koymak kalmıştı. Ölüm bu kadar somut bir şekilde karşımda dururken geri adım atmaya çok yakındım. Vazgeçmeyecektim. Çünkü ne zaman bir intihar girişiminde bulunsam Derek'in ellerini saçlarımda hissediyordum. Ölüme yaklaşmak Derek'e yaklaşmak anlamına geliyorsa ölümün kucağına atlamaktan çekinmezdim. Okul çıkışında üzerimdeki bakışlara aldırmadan Jeep'e ilerledim ve telefonumu çıkardım. Babamı aradım ama sesli mesaja düştü. "Baba, ben Stiles," dedim. Neredeyse sesim titreyecekti. "Dünyanın en iyi babası olduğunu söylemek istedim. Ben senin oğlun olmayı hak etmedim. Bunu söylemek istemiştim. Seni seviyorum. Kendine iyi bak."

Jeep'e binip çantamı ve telefonumu yan koltuğa fırlatırken Scott'ın yanındaki Allison ve Kira ile birlikte bana baktığını fark ettim. Telefondaki konuşmamı duymuştu ve anlam vermeye çalışıyordu. Arabayı çalıştırırken ön camdan ona baktım ve güldüm. Otoparktan geri geri çıkarken Scott anladı. Ne yapacağımı anladı ve bana doğru koşarken "Hayır Stiles!" diye bağırdı. Onu umursamadım. Babamı geride bırakacağım gerçeğini umursamadım. Otuz dokuz günlük esaretimin biteceğini düşünerek gaza bastım. Belki kendimi Jeep'le birlikte bir yerlerden aşağı yuvarlamak berbat bir fikirdi. Ama önceki akşam Jeep'te, yan koltukta Derek'in hayaliyle otururken aklıma öylece gelivermişti. Annemin hediyesi olan bu mavi Jeep'te çok anım vardı ve bu anılar artık bana acıdan başka bir şey getirmiyordu.

En uygun yerin neresi olacağı konusunda çok düşünmüştüm. Beacon Hills'e tepeden bakan kayayı hatırladım. Oradan aşağı düşen herhangi bir şeyin tek parça kalma olasılığı yoktu. Ürpertici bir düşünceydi ama ölümün kesinliği karşısında garip bir uyuşma hissettim. Jeep'i doğruca çevre yoluna, oradan da ormana sürdüm. Engebeli yolda sarsılarak ilerlerken her şey çok net görünüyordu. Belki ölünce Derek'i göreceğimi söylerken yalan söylüyordum. Bunun bir kesinliği yoktu. Tek amacım çektiğim acıyı sonlandırmak için bir kılıftı. Ben de Derek'i görme düşüncesini kılıf olarak kullanıyordum. Derek gittiğinden beri parçası eksik yapboz gibiydim. Birleştirmeye çalışmak boş bir çabaydı çünkü tamamlayınca tek bir eksik parça yüzünden, harcanan çaba boşa gidecekti.

Derek Hale eksik parçaydı. Onu bulmak için gerekirse dibi görecektim.

Ağaçların arasından geçtim, yapraklar cama düştü. Dallar arabaya sürttü. Taşlar tekerlekleri zorladı. İlerlediğim yol bile "Geri dön." diyordu. Benim için geride hiçbir şey kalmamıştı. Ben de sürdüm. Tepenin olduğu açıklığı görene kadar sürdüm. Bir anlığına korku bedenimi sardı ve frene asılacak oldum. Ama direksiyonu kavrayan ellerimle kendimi toparladım. Durmadım. Otuz dokuzuncu gün tamamlanmadan bu işi bitirecektim. Bir güne daha uyanmak istemiyordum. Onsuz geceler, onsuz uykular, onsuz sabahlar, onsuz yemekler, onsuz yolculuklar artık canıma yetmişti. Gözlerimi hedefe kilitledim ve düşerken bir şey hissetmemeyi umdum.

Ama Derek'in hayaleti her yerdeydi.

they can't take you from me [sterek] b×bHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin