(1960)
Ilık ve güneşli bir bahar sabahında, dünyaya dinginlikle gelmesine rağmen Dorcas, Meadowes malikanesinde büyük bir çalkantıya neden olmuştu. Annesinin karnından çıktıktan sonra uzun bir süre boyunca gözlerini açmamış ve ağlamamış olduğundan bütün hemşire ve ebeler onun ölü doğduğunu sanmış, soylu aileyi birkaç dakikalığına da olsa yasa boğmuşlardı. Bebeğin nefes aldığı duyurulduğunda büyükannesi gözyaşlarını döktüğü mendili bir kenara fırlatıp ayağa kalkmış, önce onu kucağında tutan hemşireye, sonra da ağlasın diye bebeğe okkalı bir tokat atmıştı. Ciğerlerini açmak lazımdı, doğduğunda ağlamayan çocuğun sağlıksız büyüyeceğine ve ömrünün kısa olacağına inanılırdı.
Babası gelecek seneler boyunca her doğum gününde bu hikayeyi aynı sözcüklerle ve aynı mimiklerle, tekrar tekrar anlattı.
(1971)
"Eee, böyle olacağını sen annenin karnından çıktığın an anlamıştık, kızım. Sesin soluğun çıkmıyordu ki! Merlin biliyor, öldüğünü sandığımızda çok korktuk." Burada sesi boğuklaşır, elini kalbine koyar, konuklara bakardı. "Yüreğimize indi doğrusu. Ama ne yalan söyleyeyim, annem ona şöyle bir tane indirip de ağlatınca, heh dedik, yüreğimize su serpildi." Eşi Frances Meadowes hariç herkes gülerdi bu kısımda. "Ama büyürken de hiç ağlamadı neredeyse. Frances, değil mi hayatım? Ah, beşikte yattığın günleri dün gibi hatırlıyorum. Gıkın çıkmazdı, bööyle ellerine bakıp dururdun, neymiş bunlar böyle diye." Gülünç bir tavırla parmaklarını gözlerinin önünde oynattı babası.
Dantelli eldivenleri, balon kollu tül elbisesi ve hediye paketi gibi kıvrılmış buklelerle kaplı başının tepesinde koca fiyonkuyla oturan Dorcas, şimdi de ellerine bakıyordu. Her yaş gününde bu hikayenin anlatılmasından usanmıştı artık, dünyayla ilk etkileşiminde dayak yediğini duymak komik gelmiyordu. Üstelik misafirlerinin acıyan ve sempati besleyen gülümsemelerini görmek çok sinir bozucuydu, kendisini döven kadının adını taşıdığını bilmek de.
Eldivenleri terletmeye ve kaşındırmaya başlamıştı artık, bileklerindeki fırfırları tutup tereddütle itti. Aile geleneğiydi bu, çıkarmaması gerekiyordu ama birazcık sıyırabilirdi belki. Annesinin uyaran bakışlarıyla karşılaşınca bunun bir seçenek olmadığını anladı, gözlerini yine ellerine indirdi.
(1976)
Dorcas ellerini tuşlardan çekti, odadakilerin kibar alkışları arasında ayağa kalktı, piyanonun üzerine bırakmış olduğu eldivenlerini aldı ve bakışlarını yerden kaldırmadan, pilli bir bebek gibi kapının yanındaki sandalyede yerini aldı.
"Muazzam bir kabiliyet, ellerine sağlık bir tanem." Priscilla Hala kalkıp onu dudaklarını değdirmeden, ağzının kenarıyla öptü. "Ah, azıcık da sesi çıksa, azıcık da konuşsa!"
Yanakları yarınlar yokmuş gibi çekelenen Dorcas kibarca gülümsemeye çalıştı, ama ağzı böyle gerilirken somurtsa bile anlaşılmazdı zaten. Sessiz ve ufak tefek biri olduğu için ailesinin gözünde hiçbir zaman büyümemişti, çevresindeki insanlar ona şirin bir kız çocuğu muamelesi yapmaya bayılıyordu. Sınıf arkadaşları da farklı değildi, kimseye kabalık etmediği için hepsi onunla yavru köpekmiş gibi konuşuyordu. Dorcas bu tür bir sevgiden nefret etse de rahatsızlığını belli etmezdi. Edemezdi, bunu istese de yapamazdı. Nasıl söylenir, ne denir, konuşurken nereye bakılır, hiçbir fikri yoktu. Çoğu zaman elini kolunu bile nereye koyacağını bilmiyordu.
"Dorcas'ımızın sesi parmaklarında, öyle değil mi güzelim?" dedi amcası. Kıpkırmızı, patlayacakmış gibi bir suratı vardı, hareket ederken sürekli ıkınan bir adamdı. Dorcas ondan sebepsizce çok korkuyordu. "Sadece piyano olsa! Yaptığı tabloları bir görün lütfen, görmeniz lazım." Kolunu uzaktan kıza doğru uzattı. "Canım benim, şu-neydi o- perili cinli tabloyu bir getirsene görsünler. Ah, ama ne müthiş bir kompozisyon!"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Alohomora | Çapulcular Dönemi
FanficSirius Black, Remus Lupin, Dorcas Meadowes, Marlene McKinnon, James ve Lily Potter, Alice ve Frank Longbottom. Zümrüdüanka Yoldaşlığı'nın bu cesur üyeleri, gençlik yıllarına kan dondurucu bir savaşın ortasında adım attılar. 1981 yılında Birinci Büy...