•4•

156 12 0
                                    

UÇAK

“Sayın yolcular, lütfen kemerlerinizi bağlayınız.”

“İşte başlıyoruz. Hazır mısın, evlat?” diye sordu babam.

Korkudan felç oldum galiba, ama sorduğun için sağ ol.

Koltuğun iki yanına sıkıca yapıştım. “Kemerim yeterince sıkı mı?” Bu cızırtılı ses benden mi çıkıyordu? Babam uzanıp mavi kemeri çekiştirdi.

“Bana iyi göründü,” dedi.

Emin olmak için bir kez daha kontrol ettim.

Çinli hostes kucaklarımıza bakarak yanımızdan geçti ve Asyalı yolcularla anlamadığım bir dilde konuştu. Başka bir hostes can yeleklerini nasıl kullanacağımızı gösteriyordu. Okyanusa çakılırsak bunu kafamızdan geçirip ipini çekecektik. Gözlerimin önünde tuhaf bir manzara canlandı. Umut Ekibi uçsuz bucaksız ve köpek balıklarıyla dolu bir denizin ortasında, sarı bir şişme botun içindeydi. Bu sırada uçağımız yavaşça karanlık sulara gömülüyordu.

Uçak gürültüyle hareket edip uzun pistte ilerlemeye başladığında midem ağzıma geldi.

Babam buz kesen elimi okşadı. “Her şey yolunda gidecek, evlat. Daha önce pek çok kez uçtun. Hepsi gayet iyiydi.” Sanki benden çok kendini avutuyordu. Belki gerçekten öyleydi. Çünkü annemin uçağı okyanusta kaybolduğundan beri o da uçmamıştı.

Tom bana sırıtıp başparmağını yukarı kaldırdı. Göz ucuyla Vera’ya baktığımda dehşetle irkildim. Siyah uyku maskesiyle kötü bir kahraman gibiydi.

Gerçekten uyuyor muydu?

Motor gürültüsü arttı ve kafamızın tepesindeki ışıklar yandı.

Sakın düşme. Sakın düşme. Sakın düşme.

İçimden böyle tekrarlayarak gözlerimi sıkıca kapadım. Nihayet uçağın gayet normal bir açıyla yükselmeye başladığını hissettim. Hem korkutucu hem tanıdıktı.

Belirli bir seviyeye geldiğimizde duam şekil değiştirdi. Tanrım, Buda, anne, beni kim duyuyorsa, lütfen, düşmemize izin vermeyin.

“Artık gözlerini açabilirsin,” dedi babam. Uçak havada dengede duruyor gibiydi. “Bak ne kadar kolay oldu.”

Yeterince ikna olmamıştım ama Tom’un sesini duydum. “Ne derler bilirsin, en tehlikelisi kalkış ve inişlermiş. Şimdi on iki saat rahatız.”

Bir uçakta on iki saat.

Esnememi bastırmaya çalıştım. Göz kapaklarım ağırlaşmıştı. Babamın havaalanında verdiği minik mavi hap işe yaramış olmalıydı. Yani bunu yapabilsem bile gözlerimi açmama gerek yoktu.

“Endonezya el kitabını sırt çantana koydum. Orada Yogyakarta’nın kültürü hakkında her şeyi bulabilirsin. Arka sayfada Endonezce kelimelerle birkaç temel kalıp var. Belki ilgini çeker...” Babamın sesi giderek duyulmaz oldu. Cevap vermeye fırsat bulamadan uykuya dalmışım.

***

DÜŞÜYORUZ

Hostesler Çince bağırıyor. Kafamıza çantalar düşüyor. Arka koltuktan bir bebek ağlaması geliyor. Bu, hayatımda duyduğum en korkunç ses. Tıpkı kapana kısılan bir hayvanın çığlıkları gibi. Kolumun altına sıkıştırdığım sarı cankurtaran botuyla koltukların arasında koşuyorum.

“İşte burada!” diye bağırıyorum çıkış kapısını göstererek. “Buldum!” O anda kimsenin kıpırdamadığını fark ediyorum. Diğer yolcular sessizce kitap ya da gazete okuyor, müzik dinliyor. Uçağın hızla okyanusa doğru düştüğünün farkında değiller. “Düşüyoruz!” diye bağırıyorum sağır kulaklara. “Beni DUYUYOR MUSUNUZ? Sizin neyiniz var? DÜŞÜYORUZ!”

OKYANUSHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin