2. GÜN
SASUKE
Uçağımız baş aşağı okyanusa dalmak üzere. Uzun boylu ve üst tarafı çıplak bir çocuk koltukların arasında topallayarak yürüyor. Onu takip ediyorum. Düşmemek için koltukların tepelerine ve kenarlarına tutunuyorum. Koltuklar boş. Uçakta yalnızız. Arkasından koşarken, “Bekle! Beni bekle!" diye sesleniyorum. Ama arkasını dönmüyor. Onun yerine pilot kabininin kapısını açıyor, içeride kimse yok. Uçak kendi kendine hareket ediyor! Çocuk pilotun yerine oturuyor. Elimi omzuna koyuyorum ve teninde bir delik açılarak beni bir bataklık gibi kendine çekiyor. Arkasını dönüyor ve dehşet dolu bakışları benimkilerle buluşuyor. Bana yaşadığı korkuyu anlatmaya çalışıyor. Onu anlayacağımı biliyor. Sonra omzundaki yara açıldığı kadar çabuk kapanıyor.
Çığlıklarla doğrulduğumda kafamı sert bir şeyin köşesine çarptım.
Küfrederek gözlerimi kırpıştırdım.
Orada biri vardı.
Kepengin tahtaları arasından birinin bana baktığını gördüm. Anlamlı gözler ve alnında bir yara izi. Bir an için göz göze geldik.
Hey, neler oluyor? Dizlerimin üzerinde doğrulup kepengi açtım ve şafağın pembemsi ışığına baktım. Ama oğlan gitmişti.
Hâlâ rüya mı görüyordum?
Başım acıyordu ve aklım allak bulaktı. Sonra küçük oda arkadaşlarımın yatakhanede oraya buraya koşuşturduğunu fark ettim. Jilbabını takmış, kollarının altına rulo şeklinde örtüler almışlardı. Gören onların miniklere yoga dersine geç kaldığım sanırdı.
“Bu ses ne?” diye sordum ellerimle kulaklarımı kapayarak. Biri anlamadığım bir dilde bir şeyler söylüyordu. Ses yüksekti ve uzaktan geliyordu.
Elli bana baktı ve, “Azan! Allah!” dedi. Sonra diğer kızların peşine takılarak odadan fırladı.
Ne demek istemişti? Yok, kesin hâlâ rüya görüyordum.
Birden babamın uçakta bundan bahsettiğini hatırladım. İnsanlara ibadet vaktinin geldiğini bildirmek içindi. Her sabah saat beşte.
Yani her sabah beşte kalkacaktım.
Homurdanarak kafamı yastık olarak kullandığım kıyafetlerin altına gömdüm. Birkaç kere sağa sola döndüm ama işe yaramadı. Uyuyamıyordum ve pesantreri ibadete çağıran ses hâlâ kesilmemişti.
Ama sonra yalnız olduğumun farkına vardım. Oh be, sonunda! Kalkıp giyindim, mandîye gittim. Şişe suyuyla dişlerimi fırçaladım ve macunu yerdeki gider deliğine tükürdüm. Aynısını yüzümü yıkarken de yaptım. Kovadaki solucanlar ölmüş ve soluk bir renk almışlardı.
Saçımı yıkamaya yetecek kadar suyum yoktu. Onun için sıkı bir topuz yapıp ön tarafın yağlandığı belli olmasın diye tığ işi, geniş bir bant taktım.
Yıkanmayalı kaç gün olmuştu? îki? Üç? Belki yarın solucanlı kova olayına cesaret edebilirdim.
Beyaz, temiz bir polo yaka tişörtle, keten pantolon giydim ve yüzüme güneş koruma kremi sürdüm. Şimdi kendimi dün geceden daha iyi hissediyordum.
Bugün için amacım belliydi. Esrarengiz davulcuyu ve Sasuke'yi arayacaktım. Eğer tahminim doğruysa, yani Aceh’li oğlanların isyankâr lideriyle bakışları insanın içine işleyen davulcu aynı kişiyse şansım var demekti.
Minik tur rehberim ortalarda görünmediği için tek başıma yürümeye başladım. Yol boyunca düzenli aralıklarla paslı hoparlörler vardı ve bunlardan ibadete çağıran ses yükseliyordu. Ama buna alışmaya başlamıştım. Futbol sahasını geçip nehre bakan alçak duvarın kenarına doğru ilerledim. Bugün çamurlu kıyıda sokak çocukları yoktu. Sadece birkaç kediyle en az onlar kadar sıska köpek çakıl taşlarının üzerindeki çöpleri karıştırıyordu. Pesantreri e sırtımı dönüp duvara oturdum ve sabah güneşini beklemeye başladım. Acaba uyurken beni seyreden çocuk kimdi? Bakışları ve yara izi gözlerimin önünden gitmiyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
OKYANUS
Novela JuvenilKitap benim kurgum değildir. Sadece uyarladım. SasuSaku kitabıdır.