Hatırlamadığınız şeyi yaşamış sayılır mıydınız? Hayatlarda bıraktığınız etkilerden hatırlamasanız da sorumlu tutulur muydunuz? Hatırlamadığımız hatalar karşınıza çıkar mıydı? Muaf tutulur muydunuz onlardan?
Son üç ayını bu sorulara cevap bulmaya çalışarak geçirmişti. Bir neden arayarak, en azından minik bir cevap bulmaya ya da hatırlamaya çalışarak... Ama yapamadı, yapamıyordu. Sanki yirmi iki senesini bir sandığa tıkmış ve anahtarını sigara dumanlarının sis gibi doldurduğu, penceresiz, kapısız bir odaya atmıştı ve şu an, gözünün önünde olan sandığı ne açabiliyor ne de kırabiliyordu. On yirmi iki ne yapıp ne yapmadığını bilmiyordu.
Hiç sevgilisi olmuş muydu veya dostu? En sevdiği şarkı neydi, enstrüman çalabiliyor muydu? Notları nasıldı, en çok hangi dersi severdi? Ne tür müzikler dinlerdi, bir hobisi var mıydı? Spor yapar mıydı, hiçbir yerini sakatlamış mıydı? Hangi okula gitmişti, kaç okul değiştirmişti? Bilmiyordu, bilmiyordu! Kendi hakkında gram fikri yoktu. Ama bir yandan da o kadar umurunda değildi. O kadar nötrdü ki, ne yaşaması gerektiği bir yana, yaşayıp yaşamaması gerektiğini bile bilmiyordu.
Günlük de mi tutmamıştı? Kendisine odası olduğu söylenilen odada geçirdiği son iki aydır, her yeri aramıştı. Her yeri! Ama nafileydi, kendi bilgisayarından bir bilgi edinemediği gibi, telefonu ya olmamıştı ya da kırmış veya kaybetmişti.
Bildiği saçma birkaç ayrıntı vardı aslında, ilk öğrendiği aslında fark ettiği ayrıntı bir ara kendine jilet atmış olduğuydu. Kollarındaki ve bacaklarındaki jilet yaraları yadsınamayacak kadar çok olması onu rahatsız etmemesi bir yana, aklına birkaç görüntünün yarım yamalak gelmesini bile sağlamıştı.
Yanında bir çocuk vardı ve "Yapma! Bak pişman olacaksın bunun için!" gibi şeyler söylüyordu. Bu görüntüyü hatırladığında dudaklarından birkaç sözcük yükselmişti sonsuzluğa, "Hayır. Sen, benim için fazla iyi bir hediye oldun. Şimdi üstüme kalanı verme vakti."
Gülümsedi, sonuçta bir şeyleri hatırlamak onun için büyük lütuftu; yaşama az da olsa tutunabilmek için, bu birkaç saniyeyi kullanabilirdi. O çocuğu, hatırlamadığı siluetini ama aklından istese de çıkaramayacağı sesini...
Düşüncelere daldıkça git gide artan baş ağrısını unutmuştu. Ta ki iki ay öncesine kadar adını bırakın siluetini bile hatırlamadığı, bir ay uğraştıktan ve çocukluk fotoğraflarıyla haşır neşir olduktan sonra az buz çıkartabildiği annesi, bir türlü benimseyemediği ama bir yandan da her duyduğunda sol yanının kasıldığı adıyla seslenene kadar.
Gerçek hayata döndüğünde baş ağrısının şakaklarına vurduğunu hissetti. Umursamamaya çalışarak annesine döndü. Kendisi gibi çökmüş kadını süzdü konuşurken, yorulmuştu aslında, o yormuştu. Fotoğraflarda kumral, parlak, gür ve belinde olan saçları şimdi seyrelmiş, parlaklığını kaybetmiş, kırıklardan geçilmez olmuşlardı; fotoğraflardaki pas parlak, umutla bakan iri ela gözlerinin etrafı morarmış, kısılmış ve parlaklıklarını yitirmişlerdi.
"Gidecek misin Ömer Bey'e bugün?"
Psikiyatristlerden nefret ederdi. Son üç ay içinde bunu kavramıştı. İnsanların dertlerini birkaç miligramlık ilaçlarla flulaştırarak hayatlarını sarhoş gibi yaşamalarını sağlayan legal torbacılardı onun için. Yani ona kalırsa ot içmekten pek de farkları yoktu. Ama annesinin sesindeki kesinlik, gitmesinin zoraki olduğunu ona bir kere daha hatırlatmıştı. Kısacası bu, pek de yoruma açık bir soru değildi.
"Gideceğim. Hatta biraz da erken gitsem iyi olabilir" dediğinde, cümlesindeki ciddiyet onu rahatsız etti. Aslında cümledeki ciddiyet değildi rahatsız olduğu, bu ciddi cümleyi annesine kurmuş olmasıydı. Umursamamaya çalıştı.