Tarih
Yıl=1904
Ay=Mayıs
Gün=Belirsiz
Yer=Dolmabahçe Sarayı
---------------------------------------------------------
Türkiye=Erkek
Osmanlı İmparatorluğu=Kadın
---------------------------------------------------------İkindi vaktiydi. İstanbul'un sıcak ve insanı mayıştıran bir havası vardı. Martıların sesi, dalgaların hızlı hızlı kıyıya vurmasıyla beraber güzel bir melodi oluşturuyordu. Sahildeki kum ve bitki örtüsü bu melodik sesle birlikte izlenmeye değerdi. Yaz geldiğini çoktan hissettirmeye başlamıştı bile .
Dışarısı ne kadar sessiz ve sakin olsa da sarayın içi hiç öyle değildi. Her zaman olduğu gibi kargaşa hakimdi. Koşuşan paşaların bazıları işlerini görüp dinlenmek ister gibiydi. Bitse de gitsek havasında olanlar da çoktu, her işini titizle yapıp kendini ve vicdanını tatmin edenler de.
Odasındaki masasında oturan kadın, iki eliyle başına vuran ağrıdan dolayı baskı yapıyordu ancak ne kadar masaj yaparsa yapsın pek işe yaramıyordu. Yine başına nefesini kesecek şiddette bir ağrı girmişti. Yok, kurtulamıyordu bu ağrıdan. Ağrını geçmemesi de canını sıkıyor, etrafında bulunan eşyalardan acısını çıkartma isteği veriyordu. Önünde duran belgeleri eliyle itti. Kafasını masaya koydu ve hafif de olsa kafasını masaya vurmaya başladı. Her şey üst üste geliyordu. Ağrının sebebi isyanlar ve iç karışıklıklardı elbette. Devletin içinde olan karışıklıkları düzeltmek için işinin başına geçip çözüm üretmek istediğinde ise her seferinde keskin bir ağrı ona engel oluyordu. Resmen bir paradoksa girmişti, kurtulamıyordu.
Oturup ağlayacaktı kadın. Bir işi de düzgün gitmez miydi bir insanın? Belki biraz dinlense güzel olabilirdi. Başını masaya vurmayı bıraktı. Sağ elini ters bir şekilde masaya koydu ve elini yastık gibi kullanarak başını avcunun içine yasladı. Ne kadar yastık olamayacak kadar sert ve nasırlı elleri olsa da en azından dinlenmek istiyordu. Göz kapakları usulca görüşünü kapatıyordu ki anlık bir sızı yine başına ok gibi saplandı.
Peki... Anlaşılan o ki gözlerini kapattığında birkaç dakika da olsa huzura eremeyecekti. Kafasını kaldırdı, sol elini de masaya koydu. Gerçekten gücü yetmiyordu. Her zaman kapının önünde onun emirlerini bekleyen yaverine seslendi.
Osmanlı: Cafer Ağa!
Cafer Ağa klasik Osmanlı insanına benzeyen bir adamdı. Hilal şeklinde bıyığı, kahverengi gözleri ve saçları vardı. Kemerli bir burna sahipti. Biraz esmerdi. Ses tonu ise dalga konusu olacak kadar inceydi. Kilosu ortalamaydı. Her zaman kızıl fesini takar sütlü kahverenginde üniformasıyla dolaşırdı. Sadece Osmanlı'nın hizmetinde olan bu adam yardımsever biriydi.
Cafer Ağa adını duyduğu an hızlıca odaya girdi. Başını eğdi ve sordu:
- Efendim Sultanım.
-Bana acilen kahve getir. Yanında lokum olmasın. Hatta ikinci bir bardak daha hazırda olsun. Başıma yine o zehir gibi ağrılardan girdi.
- Hekimi çağırayım mı Sultanım?
- Hayır, istemem. Bu illet geçmeyecek zaten. Belki azalır diye kahve istedim. Sen ne olur ne olmaz kimseye ses etme.
- İyi de Sultanım, sürekli geri çevirip duruyorsunuz. Bu ay baya şiddetlendi baş ağrılarınız. Ne diye direti-
-Cafer! Sen sadece kahvemi getir.
Cafer başını eğerek girdiği gibi çıktı. Osmanlı ise kafasını balkonuna doğru çevirdi. Belki de temiz hava iyi gelebilirdi. Durduğu yerden direkt balkonun manzarası görünmüyordu. Oraya gitmek için kalan enerjisini kullanacaktı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
§ Geçmişten Gelen Mektup §
General FictionTürkiye, Osmanlı, Selçuklu ve beyliklerin anılarının anlatıldığı bir kitaptır. Geçmişte yaşamış kişilikleri bazen kullanacağım. Baştan uyarmak istiyorum ki iyi bir yazar değilim. Bu kitap yazdığım ilk kurgu kitaptır. Okuduğunuz ve kitabıma zaman ayı...