20)Burhanpur İsyanı

5 0 0
                                    

     Ufak ağaçlar yine çevremde sıralanmıştı. Ama bu sefer çevrem çöl gibiydi. Her defasında karanlığa ve ağaçlara iniş yapıyordum. Sistemi buydu her halde diye düşündüm. Marteen kendine gelmeye başladı. Kıyafetlerimiz yine değişmişti ama Marteen, yine küçük görünüyordu. Yine 13 ya da 14 yaşlarında gencecik bir oğlan çocuğuydu. Kafamın içinde hâlâ kurşun sesleri ve bomba sesleri kol geziyordu. Bir ses duymuyordum ama tedirgindim. Sanki her an düşman tabyalarından bombalar ateşlenecekmiş gibiydi. Marteen tam olarak kendine geldiğinde bana baktı.

     "Oliver... Sen misin?" Hâlâ bana Oliver diyordu ince sesiyle. Gülümsedim.

     "Benim ama Oliver değilim Marteen. Adım Ömer. Hadi kalk da saati arayalım."

     "Saat mi? O saçma şey yine mi kayıp?" dedi. Sanki ben kaybediyormuşum gibi dert yandı. İçinde bulunduğumuz durum zaten iyi bir durum değildi ve iki yolculuktur sırtıma yük olmuştu ama buna karşın pişkinlikten vazgeçmiyordu. Belki yaşı ufaktı diye böyle davranıyordu. Ergenlik çağında bir çocuk olarak değerlendirsem daha iyi olacaktı.

     "Hadi artık arayalım." Dediğimde Marteen aynı Marteen'di.

     "Bana emir vermeyi kes Oliver. Deli Oliver..." dedi. Kafamı iki yana doğru salladım. Yeşeren umutlarımı tekrar çürütüyordu. Bazı insanlar böyle yaratılmıştı, ne yaşarsa yaşasın değişmemek için mücadele hâlindeydi. Öz benlik dedikleri şey buydu sanırım. Yedisinde neyse yetmişinde de oydu. Onu her zaman korumaya çalışıyordu. Bir önceki yolculukta bu herifin nail olduğu şerefi düşününce hiç de yakışmıyordu ama bir kere gerçekleşmişti.

     "Emir vermiyorum ama artık harekete geçmelisin. Şu saati aramaya başlayalım." Dedim. Nerede olduğumuzu doğal olarak anlayamamıştık. Hangi tarihteydik ve bizler kimdik? Önümüze yine tonla iş serilmişti. Fakat dikkatimden kaçmayan bir şey vardı. Çok sıcak bir yerdeydik, tanıdık bir lezzeti vardı. Tenim kavruluyordu resmen ve henüz güneş kendisini yeni belli etmeye başlamıştı. Bu sıcak hava içimde bir umut oluşturdu. Belki de Adana'ya düşmüştük. Çünkü bu sıcağı tanıyor gibiydim. Şehrim de böyle güneşsiz kavrulur, tutuşurdu. İnsan hiçbir şey yapmasa da Adana sıcağında terlerdi. Aynı şu an da olduğu gibi. İkimiz de terliyorduk. Güneş iyiden iyi yükseliyordu ve sıcaklık artışı oldukça fark edilmişti. Üzerimde yine garip kıyafetler taşıyordum. Aynı garip kıyafetlerin minyatürünü de Marteen taşıyordu. Şehir gibi bir yerleşim yerinin nerede olduğunu tahmin etmeye çalışırken Marteen konuştu.

     "Bu sefer neredeyiz sence?"

     "Hollanda'ya benziyor mu?"

     "Hayır, alakası bile yok."

     "O zaman bir önemi de yok. Nerede olduğumuzu bir şekilde öğreniriz. Önce kim olduğumuzu ve hangi tarihte olduğumuzu öğrenelim." Dediğimde gözleri düştü. Yine öfkeyle bana baktı. O saka Hüseyin iken daha iyiydi diye düşündüm. Nereye gideceğimizi tahmin etmeye çalışırken zorlandım ve bu sefer onun fikrini almak istedim.

     "Hadi bu sefer sen söyle. Ne tarafa doğru yürüyelim?"

     Konuşmadan eliyle bir yönü işaretti. Güneşin doğduğu yere göre hesapladığımda kuzeybatı yönüydü. Çapraz bir istikamette yol izleyecektik. Önce makineden kendimi kurtardım sonra kucağıma alıp yürümeye başladım. Bu yaptığım tehlikeliydi. Çünkü her an bir hırsız ya da bir korsan önümüzü kesip alabilirdi. Çevreyi tahmin edebileceğim belirgin bir yapı görünmüyordu. Bu yüzden endişelerim de haklı çıkabilirdim. Yürümeye devam ederken güneybatıdan kalabalık bir şekilde üstümüze gelenler olduğunu fark ettim. Bağırıyorlardı ama uzakta oldukları için anlaşılmıyordu. Marteen'e arkama geçmesini söyledim. Makineyi de ona verdim.

Mükemmel Bir PlanHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin