Kendime gelip gözlerimi açtığımda nerede olduğumu kestiremedim. Sonra aklıma bu yolculuğu tek başıma yapmadığım geldi ve "Marteen!" diye bağırdım.
Onun da buralarda bir yerde düşüp kalmış olması gerekiyordu. Çevreme bakındım ama sanırım onsuz gelmiştim. Kıyafetlerim yine değişmişti. Bir önceki kıyafetlerim daha iyiydi aslında, güzel bir tarzı vardı. Bu hâlim bir öncekine göre çok paspaldı. Düştüğüm yer yine bir çeşit ormandı. Saati, dikiş makinesini ve Marteen'i arayışlarım son bulduğunda neredeyse öğlen olmak üzereydi. Yaşlılığın verdiği imkân kadar bir hızla evlerin olduğu bölgeye doğru ilerledim. İlerleyişim zaman alıyordu. Kâbus gibi bir durumun içine düşmüştüm. Hem eşyalarım bende değildi hem de dünya yaşantısının son düzlüğüne girmiş bir yaşlı bedene sıkışmıştım. Şanssızlık yakamı bırakmamıştı. Bu yolculuk benim kontrolüm dışında gerçekleşiyordu. Bunun nedenini bulmak için düşündüm ama elimde tek bir veri bile yoktu. Bu konuyla uzun soluklu ilgilenemedim. Zaten sürekli soluksuz kalıyordum. Evlerin yoğunlaştığı sokaklardan birine adım attığımda birisinin seslendiğini işittim.
"Bay Canches. Bay Canches..." diye heyecanla bağırıyordu. Ses giderek yakından gelmeye başladı. Sesin geldiği tarafa doğru baktığımda genç bir çocuğun üzerime koşarak seslendiğini anladım. Bu benim adım olmalıydı. Canches... Sistem böyle işliyordu her hâlde. Ben yolculuk yapıyordum ve yolculuk bittikten sonra birileri ismimle sesleniyordu. Bulunduğum yerde bu sefer kasabadan çok şehir havası vardı. Sanat tarihi derslerinden edindiğim bilgileri baz alarak tahmin ediyorum ki, gotik bir mimari doku hâkimdi. Burası İspanya ya da İtalya olabilirdi. İspanya'daysam eğer geldiğim zamana göre bölge Müslümanların ya da Hıristiyanların elinde olmalıydı. Bu yolculukların bilinçaltımla bir ilgisi olabilir miydi acaba? Bu soru aklımı oldukça kurcalıyordu. İki seferdir bildiğim yerlere geliyordum. Eğer düşüncelerime göre bir yolculuk yapıyorsam, bir kez daha yolculuk yaparsam muhtemelen doğru yer ve doğru zamana gidebilirdim. Düşüncelerimi geride bırakırken genç adam yanıma kadar gelmişti. Adımı öğrenmiştim artık ve şimdi kim olduğumu öğrenme zamanıydı. Muhtemelen o beni tanıyordu, ben de bozuntuya vermeden onu tanıyormuş gibi davranmalıydım.
"Sizi arıyordum Bay Canches. Geceden beri aklımı kurcalayan bir soru var. Size Museviliği seçtiren neden neydi? Bizlerin göremediği başka bir şey mi görmüştünüz? Yardım edin Bay Canches. Bu fukara Jesus'a bir yol gösterin." Diye sorularını art arda sıraladı. Genç adamın ismi Jesus'tu ve sanırım bu sefer deli biri yerine değer gören birisiydim. Bu yaştayken deli olsam da değer görürdüm muhtemelen. Bir de çocuğun dediğine göre din değiştirmiştim. Elimdeki verileri aklımda tutmalıydım ama önce çocuğa bilgece bir cevap vermem gerekiyordu. Bir süre düşünüp ona söylemem gereken şeyi kafamda tasarladım. Yaşlı olduğum için yavaş olmamı problem etmezdi sanırım.
"Cevabı bende değil, kitaplarda ara. Kitaplardır acizlikten kurtaran. Kitaptır ruha yol gösteren, inançtır oysa ruhu besleyen." Deyip, Jesus'u bir karmaşanın içine sürükledim. Sanırım bu bilgelik işini kıvırabilecektim. Çok ilginçtir ki hızlı bir şekilde adapte oldum. Bilgelik zımbırtısıyla kaybedecek zamanımın olmadığının da farkındaydım. Önce yolculuk için gereken materyallerimi bulmam gerekiyordu. İlk yolculukta ilk gördüğüm kişiyle çözülmüştü düğüm, bu kez de bu çocukla çözülmeliydi diye düşündüm. Aklımı karıştıran şey neden malzemeler benimle birlikte olmuyordu? Etrafa dağılıyorlardı, bu durum zekice hazırlanmış bölüm geçmeli bir bilgisayar oyunundan farksızdı. Normal yaşantımda da bu tür oyunları oynamayı severdim. Aklıma, tüm bu yaşananların içinde bilinçaltımın bir parmağı varmış gibi geliyordu. Eğer öyleyse içler acısı bir bilinçaltına sahiptim. Bilinçaltından konuyu açınca aklıma ailem ve doğum günü de gelmişti. Burada geçirdiğim gün kadar orada da geçtiyse, geç kalmış olmam için iki günüm kalmıştı. Einstein'in zaman, mekân, boyut kuramına göre belki de orada daha yavaş ya da daha hızlı geçmiş olacaktı. Daha fazla zaman kaybetmeden saati ve makineyi bir an önce bulmalıydım. Deliyken kilisede kalıyordum, burada yaşlı bir adamım. Belki bilge de denebilir. Bir evim olmalıydı diye düşündüm. Bunu anlayabilmek için bana yardımcı olacak tek kişi şu an için Jesus gibi görünüyordu.
"Genç Jesus. Sana yardım edeceğim ama önce bana evime kadar eşlik etmelisin Ha birde söyle bakalım hangi yıldayız.." Dedim.
"Tabii Bay Canches. Memnuniyetle eşlik ederim. 1382 yılındayız" Dedi heyecanla. Gözlerinin içi parlamıştı. Ben de hangi senede olduğumuzu öğrenmiştim. Ama bu sefer çok geriye gitmiştim. Önce üç yüz yıl gerideydim şimdi neredeyse altı yüz elli yıl geriye gitmiştim. Durumun üzerinde durmadan yoluma devam ettin. Bu konuya fazla takılamazdım. Çünkü yeni soru işaretleri belirdi. Görünüşe göre bir evim vardı. Acaba onun içinde beni bekleyen bir karım ya da çocuğum belki bir torunum var mıydı? Hiç sahibi olmadığım ama sahibi olduğum evin anahtarları da bende değildi. Ben yeni sorularıma cevap ararken Jesus fikirlerinden bahsede bahsede beni eve kadar getirdi.
"Ah genç Jesus. Anahtarlarım yok, düşürmüş olmalıyım." deyip üstümü başımı ellerimle arayarak söylediğim şeyi tasdikler şekilde bir davranış sergiledim. Yüksek girişli bir evdi. Dört basamaklı merdiveni ve beş metrekarelik bir balkonu vardı. Jesus hemen ortaya atladı. Dördüncü basamağın alt kısmında bulunan boşluktan bir anahtar çıkardı. O anahtar benim yedek anahtarımmış.
"Anahtarlarınızı hep kaybedersiniz. Bu yüzden yedek anahtarlarınız vardı. Unuttunuz mu?" dedi. Bilmediğim bir şeyi unutma ihtimalim yoktu. Bundan Jesus'a bahsedemedim tabii ki.
"Yaşlandım artık Jesus, yaşlılık iyi değilmiş."
"Merak etmeyin Bay Canches. Akşama doğru birileri bulup getirir." Diye cevap verdi. İnsanlar beni seviyor olmalıydı ve iyi tarafıysa evde bir karım ya da çocuğum yoktu. Ben arlanmaz bir anahtar kaybedicisiymişim. Dikkat edince Jesus'un yedek anahtarımın nerede olduğunu bilmesi onunla oldukça yakın olduğumuzun göstergesiydi. Çok heyecanlıydı. Elleri anahtarı, kilidin deliğine denk getiremeyecek kadar titriyordu.
"Jesus. İstersen bırak, ben yapabilirim." Dedim ama o sırada başarmıştı. Tahta kapıyı açtı ve içeri ilk adımı attım. Hayalimdeki gibi bir ev değildi. Ama bana oldukça uygundu. Tertipsiz, düzensiz ama yerler temiz görünüyordu. İlk görüşte ev teknik olarak kocaman ama darmadağın bir kütüphane gibi görünüyordu. Yere saçılmış bir tomar parşömen kâğıtları vardı. Ben evi incelerken Jesus da pürdikkat beni izliyordu. Evin içindeki büyülü atmosferi karnımdan çıkan gurultu bozmuştu. Karnım gurulduyordu, hangi tarihte olduğumuzu bile bilmiyordum. Bu zamanda bir kebapçı ya da hazır yiyeceklerin satıldığı bir dükkân bulmak imkânsız olurdu. Bu işi Jesus'un üzerine yıktım.
"Çalışmaya başlamadan önce bir şeyler atıştırsak iyi olacak." Dememle birlikte Jesus "Ben hallederim." Deyip evden fırladı. Bu durum çok işime gelmişti. Jesus evden çıkınca ben incelemeye başladım. Neyin nerede bulunduğunu öğrenmem gerekiyordu. Öyle büyük bir ev değildi. Üç odası vardı. Giriş kapısı açıldığında girdiğim yer bir odaydı, sağ tarafta ve sol tarafta kapılar vardı. Onlar da diğer odalara açılıyordu. Üzerimde para ya da ona benzer şeyler yoktu. Evi gezince sağ taraftaki odanın içinde bir kutu buldum. İşlemeli kutunun içi madeni parayla doluydu. İhtiyaçlarımı onla karşılayacaktım ve o paradan biraz da Jesus'a vermeliydim. Evden öylece çıktığı için muhtemelen kendi cebinden ödeme yapacaktı. Tabi bir de fiyat değerlerinden haberim yoktu, bu işi de bir şekilde anlamam gerekecekti. Sağ taraftaki odayı gezip bitirdim. Yatak odam orasıydı. Döşekler ıvırlar zıvırlar oradaydı. Bir de kıyafetlerim vardı. Her bir kıyafet diğerinden daha vasattı. Sol taraftaki oda çalışma odama benziyordu. Bir masa ve bir sürü kâğıt vardı. Mürekkep şişeleri, kalemler ve kitaplarla doluydu. Duvarda raflar mevcuttu. İşlemeli demir döküm ayakların üzerine sabitlenmiş, et kalınlığı on santimi bulan tahtalardan yapılmıştı her bir raf. Üstlerinde türlü türlü şeyler vardı ama bir raf diğerlerinden daha genişti. Bel hizasındaki rafın üstündekiler hâki renkte bir örtüyle kapatılmıştı. Hâki rengi biraz kirliydi. Kahverengine yüz tutmuştu resmen. Örtüye hafifçe dokunduğumda yağ gibi zemine doğru düştü. Derin bir nefes aldım, şansın bir köşesinden tutmuştum. Dikiş makinesini bulmuştum. Yaşlı hâlimden olsa gerek sevinmeye bile enerji harcayamazdım. Onca arayış sırasında harcadığım enerjiyi yaşlı bedenim karşılayamıyordu. Yorulmuştum, girişte bulunan koltuğun üzerine attım kendimi. Bedenimi çalıştıramasam da zihnimi çalıştıracak kadar enerjim vardı. Makine evdeyse, saatte evdedir diye düşündüm. Dinlendikten sonra onu da arayacaktım. Yaşadığım şeylerin matematiğini çözmeye çalışırken içeri Jesus girdi. Elinde haşlanmış yumurta, ekmek, peynir ve domates dolu bir torbayla karşımda duruyordu. Ve bir de kaybettiğim anahtarımla girmişti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Mükemmel Bir Plan
Fantasíaİlk 10 bölüme kadar pes etmediğiniz takdirde inanılmaz bir maceranın pençesinde olacaksınız...