Bölüm 1.

2.1K 147 37
                                    

1838, İstanbul.

Elime bırakılan torbaya bakarken yüzümde oluşan tebessüme engel olamadım. "Sağ ol, Selim usta."

Homurdanarak işine geri dönen adama kıkırdamamak için kendimi tuttum. Her verdiği akçe için canından can gidiyordu. Fakat bu devirde onun gibi bir işverene rast geldiğim için şükrediyordum. Cimriydi belki ama asla hakkımızı yemez, ne kadar burun kıvırsa da bir akçe eksik vermezdi bize.

Anlattığına göre bu marangozluk işine başladığında arkasında kimsesi yokmuş. Dükkanını, camından betonuna kadar kendi inşa etmiş. Yıllar boyu dişini tırnağına takmış ve onun çiftçi olmasını isteyen ailesinin çıkardığı aksiliklere rağmen bu dükkanı açabilmiş. Bir nevi yaşadıkları, onu parasını boş yere harcamaya katiyen karşı çıkan biri yapmıştı. Yokluğun ne olduğunu, bir parça ekmeğe muhtaç kalmanın nasıl hissettirdiğini iyi bilirdi. Zamanında çok çekmişti çünkü.

Benim gibi.

Derin bir nefes verdim. Gözlerim elindeki tahtayı büyük bir dikkatle kesen Selim ustanın üstündeydi. Kırklı yaşlarındaydı. Yaşına rağmen yaptığı iş yüzünden yapılı, dinç bir vücudu vardı. Yaşını belli eden tek şey saçlarında çıkmaya başlayan hafif beyazlıklar ve kaşlarını çattığında yüzünde oluşan buruşukluklardı. Belki aynı buruşukluklar gülünce de ortaya çıkıyordu, bunu bilemiyordum ama görmeyi çok istiyordum.

Kendimi bildim bileli onu tanıyordum ama güldüğünü hiç görmemiştim. Sanki dünyanın tüm yükü omuzlarında gibiydi. Kimseyle de paylaşmazdı. Bazen onu konuşturmaya çalışırdım ama hep konuyu değiştirip huysuzlanırdı. Ben yine de olabildiğince onun yanında olurdum.

Birbirimizden başka kimsemiz yoktu. Ne ailemiz ne akrabalarımız.

Belki de bizi birbirimize çeken şey de buydu. İkimiz de birbirimizin yalnızlığını, çaresizliğini hissetmiştik. Fakat ilk tanışmamızda kuduz bir köpek görmüş gibi benden kaçtığı için onun da aynı şeyi hissettiğinden emin değildim.

Issız bir sokakta görmüştüm onu. Başıboş dolanıyor, arada soylulardan akçe dileniyordum. Çok kötü bir gündü. Hiç para toplayamamıştım ve günlerdir yemek yiyemediğim için her an bayılacak gibi hissediyordum. Öyle ki sert, soğuk zeminlerde ısınmak için kıvrıldığımda batan kemiklerimden dolayı uyuyamıyordum.

Bir gün adeta bir melek gibi karşıma çıkıvermişti.

Diğer soylular gibi ihtişamlı bir ceketi, tek bir kırışıklığın olmadığı bir pantolonu veya parlak, deri bir ayakkabısı yoktu. Aksine kıyafetleri talaşlarla kaplanmış ve buruş buruştu.

Soyluların arasında elindeki küçük, tahta kutuyla geziyordu. Üstüne çektiği bakışlar umrunda değildi. Her şeyi unutup kıvrıldığım yerde onu izlemiştim o an. Sokağın en sonunda birbirlerine sokulmuş, tir tir titreyen yavru kedilerin yanına gitmişti. Kimsenin gözünün ucuyla bile bakmadığı, belki de bir gün gecikseydi soğuktan ölecek olan yavruların yanına.

O buz gibi akşamüstü, yaşadığım her şeye rağmen tebessüm etmiştim onun kedileri tek tek alıp tahta kutuya yerleştirmesini izlerken. Daha önce böyle bir şey yapıldığını görmemiş, izin verileceğini hiç düşünmemiştim. O ise kimsenin fikrini bile almadan yavrulara sıcak bir yuva yapmıştı.

Kendimden utandığım çok olurdu ama o gün daha başka bir utanç yaşamıştım. Her gün görüp sevdiğim ama hiçbir şey veremediğim yavru kedilere karşı büyük bir utanç.

İSASEHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin