Bade olarak yaşadığım son günün üzerinden on yıl geçmişti ve artık üç kişi haricinde ben, Sade'ydim. Gelebildiğim her gün, adımın değiştirildiği yere geliyor ve çoktan uçup giden küllere bakıyordum.
Cayır cayır yanan o askerin küllerine...
Elbette ki bu süreçte yalnız değildim. Yanımda bana asıl adımla hitap eden o üç kişiden ikisi vardı. Biri Deniz biri Ali'ydi.
Bu yerin Ali için ne anlama geldiğini bilmiyorduk ama biz buraya her geldiğimizde o korkuyu yeniden yaşıyorduk.
Akşam yemeklerinin benim için hüzün anlamına geldiği o günlerde bir gün yemekhanede olay çıkmış ve her yemeğin üzerine nane koyan görevli işinden olmuştu. Bunu başaran kişi ise elbette ki Ali'ydi.
Ona "Neden bunu yaptın?" diye sorduğumda aldığım yanıt "Geceleri karnının guruldamasından uyuyamıyorum." olmuştu. Yalan söylediğini biliyordum çünkü onu komutan ile konuşurken izlemiştim.
"Bade'yi aç bırakmak için bilerek yapıyor." Komutan bu sözlere aldırmamış "Kendi işini kendin gör." diyerek geçiştirmişti Ali'yi.
Yalnız olduğumuzda bana adımla hitap eden üçüncü kişiye -komutana- ilk kırgınlığımı yaşamıştım o gün.
Ali ise komutanın dediğini yaparak kendi işini kendisi çözmüştü. Nasıl başardığını merak edemeyecek kadar mutluydum. Bilmem kaç gün sonra akşam yemeği yiyecektim sonuçta.
O günden sonra arkadaş olmuştuk. Ne o bana, adımın neden değiştirildiğini sormuş ne de ben ona, neden yalan söylediğini sormuştum. Sırlarımızla anlaşmaya çalışıyor, haddimizi aşmaktan kaçınıyorduk.
Buranın yazı bunaltıcı derecede sıcak, kışı ise güneşi özlettirecek kadar soğuk geçiyordu. On yıl geçmesine rağmen havaya alışmak neredeyse imkansızdı benim için.
Buz gibi havada, Deniz topladığı kuru dalları önümüze koyarken Ali "Ayaklı kibrit, yak bakayım ateşi." demişti. Durumum normal karşılanır hatta üstüne şaka yapılır bile olmuştu anlayacağınız.
Hiç unutmayız, bir gün Ali'nin yanında, ben yine tutuşmaya başlarken beni nasıl saklamaya çalıştığımızı. Paçalarımız da tutuşmuştu o an.
Ali biliyor olmasına rağmen şaşırmış gibi yapmıştı. İyi ki de böyle olmuştu. Eğer onun bizi izlediğini bilseydik belki de ona hiç güvenmeyecektik. Oysaki o, herkesin sahip olamayacağı sadık bir dosttu benim için.
İkisi de ateşi kontrol altına aldığımı sanıyordu. Nedendir bilmem ama o zamanlar söyleyememiştim onlara, durumun tam tersi olduğunu.
Bazen öyle bir anda oluyordum ki vücudum benden bağımsız hareket ediyor ve beni dinlemiyordu. Her seferinde bir beladan kurtuluşumdan dolayı anlamıştım ki izleniyordum ben.
Belki ateş tarafından belki başka biri...
Elim istemsizce dallara gitti ve istedikleri ateş yandı. Yaptıkları şakaya kızdığımı sanıyorlardı. Bense, beni dinlemeyen bedenime kızıyordum.
Duman yükseldikçe açığa çıkacağımızı biliyor ama bunu dert etmiyorduk. Nasıl olsa büyümüştük artık. Kendi kararlarımızı kendimizin verdiği gibi, dışarı da istediğimiz zaman çıkıyorduk.
Elbette dışarıya iznimizin olduğu ilk gün bizi buraya getirmiş ve çizgiyi aşmamamız gerektiği konusunda uyarı almıştık. Kuraklığın cehennem olduğunu, bize çiçekler ile anlatmışlardı. O gün, Deniz ve benim içim kan ağlıyordu.
Kuraklığa atılan her çiçek yanıyor ve bize "Bu sınırı geçmeyin." mesajı veriyordu. Biz haricinde herkesin bu mesajı, çiçeklerle almasına mutlu olmuştuk elbette. Yine de içinden attığı çığlıkları duyduğumuz o askerin, zihnimizde belirmesine engel olamadık.
Komutan yavaşça omuzlarımızı sıkarken "Güvendesiniz." diyordu adeta. İşte o zaman geçmişti kırgınlığım. Ben kin tutamazdım ki.
Ali ise o gün bir şeylerin olduğunu anlamıştı. Demiştim ya size, haddimizi aşmamaya çalışıyoruz. Bu yüzden bizim anlatmamızı beklemişti ama biz, o olayın bizden geçmesini umut ediyorduk. Her ne kadar kral, o günü hatırlamamız için elinden geleni yapmış olsa da biz unutmuş gibi yapıyorduk.
Tıpkı istediği gibi sade bir hayat yaşamalıydım, o sınırı geçmemek için.
Yine akşam olmuş yine içim umutla dolmuştu. Akşam yemekleri artık benim için yeni bir arkadaş, yeni bir umut demekti. Komutanın gözetimi altında yedik yemeklerimizi. Her ne kadar fark ettirmemeye çalışsa da biliyordum ki o, bize ayrı bir dikkat ediyordu. Aile sıcaklığını bir kez daha hissetmiştim o akşam. Komutan babam, Deniz ve Ali kardeşlerim, annem ise...
Şimdi anlıyorum da, her şeye rağmen mutluymuş on sekiz yaşım. Verdiğimiz hayat mücadelesi, bizi hak ettiğimiz gibi karşılıyormuş. Sınırdaymışız ama sınırımız yokmuş o zamanlar.
Sınırlanmanın ne demek olduğunu, on dokuz yaşında öğrendim.
Yemekten sonra komutanın, ben ve benimle beraber gelen altı kişiyi çağırdığını duyduk. On senede bir kez bile gerçekleşmemiş bir olayın, şimdi nereden peyda olduğunu merak ediyordum. Deniz içinde kötü bir his olduğunu söylemesine rağmen onu dinlememiştim.
Bunun için, bu gün bile pişman olduğum doğrudur.
Kapıyı tıklatıp içeri girdiğimizde oldukça sıkıntılı bir yüz ile karşı karşıya kalmıştık. Bilseydim böyle bir yüzle karşılaşacağımı, sekiz yaşıma geri dönüp bir yerlerde saklanırdım. "Hoş geldiniz." dedi gergince. "Biliyorsunuz ki artık on sekiz yaşını dolduruyorsunuz. Yani artık burada kalmak için bir sebebiniz yok. İsteyenler ailelerinin yanına dönebilir, isteyenler burada kalmak için dilekçe verebilirsiniz."
Hepimizi telaşlandıran bu cümleler kalbimi delip geçmişti adeta ama komutan, durmak bilmeden son darbeyi vurdu. "Burada, hepinizin ailesinden gelen mektuplar var. Karar vermeniz için önemli olabilir."
Herkesin önünde birer mektup dururken, benim önüm kuru bir hiçlikten ibaretti. "Sade hariç hepiniz çıkabilirsiniz." Düşündüğüm tek şey ailemin göndermediği mektup için beni avutacağı olmuştu.
Ne büyük bir yanılgı...
"Bade." diye seslendi herkes çıktıktan sonra. Demiştim ya, kimse olmadığı zaman böyle sesleniyordu bana. "Sana da bir mektup var ama ailenden değil." Onun ki gibi benim de kaşlarım çatılmıştı usulca. Bana kim mektup gönderebilirdi ki? Ailemden başka kim tanıyordu beni?
"Kral gönderdi mektubu." diyerek cevapladı aklımdaki soruları. "Kendisinin istediği gibi Sade bir hayat yaşamak isteyip istemediğini soruyor." Demek benden önce açmış ve okumuştu mektubu. "O ne demek?" Sıkıntı ile baktı yüzüme. Söylemeye dili varmıyordu sanki. Yine de oynattı ellerini ve aydınlattı beni.
"Biliyorsun ki Asil buranın 776'sı. Ona verilen süre dolmak üzere, eğer ortaya çıkmazsa kral buraya gelip kendisi arayacak onu. Anlayacağın yakında burası yangın yerine dönecek ve senin burada kalıp kalmayacağını soruyor. Bade, o gün gözlerinde ne gördü bilmiyorum ama kral, kendisi buradayken senin de burada olmanı istemiyor."
Yaşadığım aydınlanma, beni şoktan şoka sokuyordu. Oysa benim gözlerimde öyle söylendiği gibi bir şey yoktu ki. Ayrıca koskoca kraldı o, neden benimle karşı saflarda olmak istemiyordu. Kimdim ki ben?
"Gidecek misin?" Bilmem, kralın istediğini yapıp gitmeli miyim?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Sessizlik Bizim İçin Fısıldıyor
Science FictionHerkesin susmak zorunda kalıp sadece kralın sesini duyurduğu bu dünyada benim adım Bade'ydi, Sade değil ve asla bana bu ismi veren kişinin istediği gibi sade, sıradan bir hayat yaşamayacaktım.