Kralın geliyor olması burada ki tüm dengeleri değiştirmeye yetmişti. Birkaç kişi haricinde tüm askerler şehre inmiş dolayısıyla buranın güvenliği sağlanamaz hale gelmişti. Gerçi bu, çok da önemli değildi.
Neden önemli olsundu ki? Asıl düşman şehre geliyordu zaten. Korunması gerekenin kral değil de şehir olduğunu biliyorduk.
Deniz ise büyük bir çılgınlık peşindeydi. Gelen gidenden dolayı sürekli açık olan kapı, kesinlikle onu cezbediyordu. Bense o kapının ardında ki dünyayı merak ediyor ama korkuyordum. Deniz'in beni ikna etmesi ise oldukça kolay olmuştu.
"Sen gelmezsen ben tek giderim." Elbette ki korkuyordum ama arkadaşımı tek başına gönderecek değildim, el mahkumdu artık. Herkes uyuyorken ben yatakta dönüp durmamak için zor tutuyordum kendimi.
Karar verilmişti, güneşin ilk ışıklarıyla çıkıyorduk keşfe.
Yaklaşan ayak sesleri, kalbimi yerinden nasıl oynattığını yalnızca ben bilirim. Kimsenin konuşamadığı bu dünyada, haliyle en ufak sese bile kulak kesiliyordu insan. Ben de bu ayak sesini o kadar çok duymuştum ki gelen kişiyi tanıyordum artık.
Komutan o günü anlatırken, uyumadığımı anladığını söylemişti. Deniz, o gün de çok iyi bir rol sergilemiş ve kendini fark ettirmemişti. Bunu hatırlayan komutan, küçük bir kızın kendini kandırmasını yediremiyor oluşu ile somurtuyordu her seferinde.
Planımızı anladığı halde neden bizi durdurmadığını ne kadar sorsam da cevap alamamıştım.
O gün, güneş yüzünü gösterir göstermez ayrılmıştık yataklarımızdan. Midem kasıldıkça kasılıyor, parmaklarımın ucu karıncalanıyordu. Ortalıkta kimsenin olmayışı ise Deniz'i daha da cesaretlendiriyordu. Ben ise her saniye enselenmeyi beklemiş ama beklentimi alamamıştım.
Nihayet dışarı çıktığımızda sanki hava bile değişmişti. Yüzümüze esen rüzgarın bizi nasıl mutlu ettiğini hala hatırlarım.
Nereye gidecektik ki? Ya da şöyle sorayım. Nereye gidersek gidelim, sonunda surların çerçevelediği o tabloda yerimizi almayacak mıydık?
Bu yüzden çok uzaklaşmamaya karar verdik. Yine tablonun sağ alt köşesinde ama dışarıdaydık. Gözlerimizi kapatıp ormanın sesini dinledik her zaman ki yaptığımız gibi. Deniz'e göre bir fark yoktu ama orman sanki bize "Gel." diyordu. En azından ben öyle hissetmiştim.
Deniz kesinlikle umduğunu bulamamıştı o gün. Ne istemişti bilmiyorum ama gördüğü manzaranın sadece yeşillikten ibaret olması, onun için hayal kırıklığıydı. Yine de hevesle ilerleme devam etmişti.
Ne kadar yürüdüğümüzü hatırlamıyorum ama bir yerden sonra yeşillikler de bitmiş, güneşin kavurduğu sıcakta ağacın kuru dalları kalmıştı sadece.
"Hani güneşin doğduğu an günün en soğuk anıydı?" Işığa dayanamayan gözlerim ile sorduğu soruya karşılık olarak geri dönmek istediğimi belirtmiştim. Benim için bu keşif burada bitmişti.
"Dur."
Duyduğumuz ses ile ne olduğunu anlayamadan kendimizi arkadaki ağaçların gövdesinde saklanırken bulmuştuk. "Orası yasak bölge." dedi aynı ses.
Duyduğum ses ve gördüklerim...
Krala bakıyor olduğumuzu anlamamız çok uzun sürmemişti. İlk defa bir insanın konuştuğunu işitmenin tarif verilemez duyguları içerisindeydik.
Ne söylediğini bilmiyordum ama hitap ettiği kişi kralın konuşması ile durmuştu. "Yasaklı bölge mi?" On yaşlarında sarı saçlı bir çocuğun ellerini oynatarak sorduğu soru bizi de şaşırtmıştı.
Kralın verdiği işaret ile arkada duran askerlerden birisi tereddüt etmeden ileriye attı kendini. Yeşillikler ve kuraklık arasında ki çizgiyi geçtiği anda yanmaya başlamıştı asker.
Gördüğümüz görüntünün bizi ne kadar hayrete düşürdüğünü tahmin edebilirsiniz değil mi? Daha sekiz yaşında, küçücük iki çocuk olarak birinin yandığını görüyorduk.
Az önce o sınırı geçmediğimiz için şükrederken dolan gözlerimle şekilden şekle giren askeri izlemiştim.
O asker, yanacağını bile bile geçmişti o sınırı. Bunu düşündükçe dolan gözlerimden akmıştı yaşlar.
Deniz'in elimden tutup beni geriye çekme çabaları olumlu sonuç verse de arkamızda gördüğümüz başka bir asker bizi durdurmaya yetmişti. Namlusunun ucu bizi gösterirken bakışları ise arkamızı göstermişti.
Saklandığımız yerden çıkmamız ve kralın gözlerinin bize dönmesi...
Ne kadar korktuğumu tahmin bile edemezsiniz. Ya hadi ceza vermeye kalkıp bizi de sınırdan geçirmeye zorlasaydı?
Binlerce kez şükrediyorum ki böyle bir olay gerçekleşmedi. Onun yerine bizim orada ne aradığımızı sorgulamıştı. Hemen yanda olan komutanı bile fark edemeyen bizler için açıklamayı kendisi yapmıştı.
Ufak bir gizem yaşadığımızı anlayan kral, bu cesareti gösteren bizleri iyice süzmüştü.
Deniz'in birinci bölgeden –kendi bölgesinden- geldiğini öğrenmesi ile içinden geçen cümle belliydi. Keşke ağızı ile konuşsaydı o gün, en azından ne dediğini anlamazdık ama o inadına yapar gibi gözleri ile anlatıyordu.
"Talihsiz kız." diyordu o gözler.
Komutana baktığımda her zamankinden daha sert duruyor olmasına rağmen sinirlendiğini hissetmiştim. Onu, şu kısacık sürede o kadar çok izlemiştim ki neyi ne zaman yaptığını, ne hissettiğini anlayabiliyordum.
Küçümseyici bakışlar bana döndüğünde kaşlarımın çatıklığına bakakaldı bir müddet. Deniz'e yapılan bu vurgu beni öfkelendirirken, sınırı geç dese durmaz geçerdim. Oysaki küçücük bir çocuktum ben. Öfkelensem ne olacaktı ki?
En ufak bir tereddüt göremeyen ben ile yavaşça gülümsedi. O gün bende ne fark etti bilmiyorum ama huzursuzluğu, gülümsemesine rağmen beş metre öteden görülebiliyordu. "Senin adın nedir küçük?" Algılamam ve cevap vermem için elleri ile sormuştu bu soruyu.
"Bade, adım Bade." Bunu derken ki kendimden eminliğim tekrar ellerini oynatması ile son bulmuştu.
"Hayır, Sade. Bundan sonra senin adın Sade olsun. Sade, sessiz ve sakin bir hayat yaşa küçük."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Sessizlik Bizim İçin Fısıldıyor
Bilim KurguHerkesin susmak zorunda kalıp sadece kralın sesini duyurduğu bu dünyada benim adım Bade'ydi, Sade değil ve asla bana bu ismi veren kişinin istediği gibi sade, sıradan bir hayat yaşamayacaktım.