Babam doktor olmamı herşeyden çok istiyordu. Dayısının oğlu doktordu. Senin ondan ne eksiğin var der dururdu. Lâkin ben oldum olası hiç sıcak bakamadım doktorluğa. O ise ölene dek yılmadan devam etti ısrarlarına.
Ortaokulu bitirdim ve liseye geçtim. Babam işleri büyütünce liseyi büyük şehirde okutmak istedi. Sonra evimizi yurdumuzu bırakıp, kalktık taşındık uzak bir yerlere. Iki katlı, müstakil, kenarları boylu boyunca çift gerilmiş, yeşilce bir bahçeden oluşan, beyaza boyalı evdi artık yeni evimiz. Çabucak ısınmıştım buralara. Yabancı da olsa, o güzel mahalle ortamından hâlâ birşeyler yaşıyordu içinde. Yalnız, kardeşim dediğim Sedat'ı geride bırakmak koymuştu bana. Göğsümde bir taş gibi oturup kalmıştı yıllarca. Gel zaman git zaman liseyi bitirdim. Babamın isteği doğrultusunda Tıp Fakültesini kazandım. Hiç gitmek gelmese de içimden, yine de devam ettim. Benim istediğim oldum olası edebiyat fakültesiydi. Zaten çocukluğum oyundan geriye kalan zamanda kitap okumak, biryerlere birşeyler karalamak ve gece yatmadan evvel başımı yastığa koyduğumda kendime hikayeler yaratmakla geçmişti. Babam çok kızardı bu duruma. Hele edebiyat fakültesi desem, bir kaşık suda boğuverirdi belki beni. Katıldığım kompozisyon, şiir yarışmalarını hatırlıyorum da, birincilikle döndüğüm günler hiç tebrik etmemişti beni. Boş işler bunlar diyordu. " Oturup yıllarca kâğıda birşeyler yaz dur, nereye kadar ? Bunlar para etmez oğlum." Diyordu. Babamda sevmediğim en kötü huylarından birisi de, mutlak herşeyi para olarak görmesiydi. Elbet para önemli birşeydi. Değirmenin suyu öyle kendi kendine dönmüyordu. Çalışmak gerekiyordu, iyi işlerde üstelik. Yüklüce para kazanmalı, herşeyin en iyisini elde etmeliydin onun fikrince. Oysa ben, topum olmasa da mutlu olabilirdim mesela, boya kalemlerim olmasa da, hatta o turuncu bisiklettim olmasa bile mutlu olabilirdim. Mutluluğu yalnız parada arıyordu babam. Oysa mutluluk ne parada, ne bir insanda, ne de saklı bir yerlerdeydi. Mutluluk yalnız insanın içindeydi. Çok güzel bir evde, iyi kalpli insanlarla yaşarken de mutsuz olabilirdi insan ya da derme çatma bir evde, hayatı zulüm edenlere inat mutlu da olabilirdi. Mutluluk, kimse bilmese de içimizdeydi. Insan isterse mutluluğu seçebilirdi. Bir kör karanlıkta bile, bir istiridyenin incisini çıkardığı gibi çıkarabilirdi yerinden. En iyi veya en kötü farketmeksizin, dünyaya bir kör pencereden bakan bizlerdik. Bazılarının pencereleri tertemizken, bazılarınki ise çamurdan görünmüyordu. Nereye baksa çamurdan başka şeylerde görmüyorlardı üstelik. İşte o baktığı herşeyi çamur içinde gören insanlar, mutlak mutsuzluğu yaşamaya mahkûmdu. Yalnız mutluluk, o pencerelerdeki çamurları temizlemekle mümkündü. Neticede temiz pencerelerden bakanlar, herzaman, herşeyi güzel ve temiz görecekti. Güneşi de görecek, yağmurlar da yağacaktı. Yağmur sonrası pencereleri silmeyi de bilmeliydi insan.
Nerede kalmıştık ?
Hah.. Tıp fakültesinde okuyordum en son. Bir dönem gittim ya da gitmedim. Hatırlamak pek güç. Elimde olsa zaten o yılları silip atmak isterdim. Bir akşam okul dönüşüydü herşey. Sokağı inleten bir ambulans sesi kulaklarda ve hayatımın bundan sonrası gibi yanıp sönen ışıklar. Tam da bizim evin önünde duruyordu. Ilerledikçe bir kadın feryadı yükseldi boylu boyunca. "Kadir, Kadir gitme !" Diyordu. Babamın ismini duyunca, maviliklerde kurşun yemiş bir küçük kuşa benzedim. Düştüm, düştüm ve düştüm. Bu boşluk hiç bitmedi.Önce babamın borçlu olduğu adamlar kapıya dayandı daha sonra eve ansızın bir haciz memuru. Günler böylece akıp gitti. Hergün birşeyimizi kaybettik. Eşyalarımızı, evimizi, en sonda mutluluğumuzu üstelik. O pencereler hep çamurlandı, doğan güneşi bile göremedik.
Babam öyle kumar oynayan, parasını pulunu saçıp savuran bir adam değildi. Tutucu, cimri bir adamdı üstelik. Ne ara bu kadar borç taktı, biz ne ara bu hale geldik bilemedik.Önce elde avuçta kalan parayla 30 yıllık bir apartmandan daire alıp yerleştik, daha sonra ise ben okulu bırakıp günlük işlerde çalışmaya başladım. Bu zamana dek okuyup, kitaptan başka birşey bilmeyince, elim doğru düzgün bir iş tutmuyordu açıkçası. Bu yüzden de önemsiz, günlük işlerde üç beş kuruş anca kazanabiliyordum. Annem evde eskiden olduğu gibi birkaç top kumaş alıyor, kâh elbise dikiyor kâh yırtık elbiseleri yamalıyordu. Anlayacağınız evi ufak bir terzi dükkânına çevirmişti. Ben ise işlerden geriye kalan zamanda, babamın yokluğunu da fırsat bilip, kağıda birşeyler karalamaya, babamın tabiriyle boş işlere yönelmiştim. Babama kıyasla ne olursam olayım, ne yaparsam yapayım hep arkamdaydı annem. Hatta akşamları çay içerken ona yazdığım romanları okurdum. Kâh beğenir, devamınında ne olacağını sorup durur, kâh beğenmediği yerleri eleştirir, benimle münakaşa ederdi. O da, en az benim kadar birgün bu sayfalarca karalanmış yazıların, iki kapaklı bir kitaba dönüşmesini istiyor ve hayal ediyordu. Yıllarca hayal kurduk ve yıllarca kendi yağımızda kavrulmaya devam ettik. Ve herşeye rağmen, o, arada çamur tutan pencerelerimizi hemen yağan yağmurdan sonra temizlemeyi bildik.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Güneşli Günler
Roman d'amourTaş atılmış bir kırlangıç sürüsüne benziyordu. Kafka'nın penceresine konan o ürkek kuş gibiydi. Bir uğultu halinde bakıyordu gözlerime. Tüm baharlar ve güneşli günler güzelliğini başka yerlere götürmüş de ona yalnız kara kışlar kalmış gibiydi. Üstün...